MAR
“Bak” diyor adam, “öldürmelisin yılanları. Yoksa seni ve beni sokup
öldürür.”
“Nasıl sokar, sokmak ne?” diyor
kız.
“Yani ısırır. Kocaman ısırır ve öldürür bizi.”
Kızın aklına annesinden saklı, kömürlüklerinde beslediği yavru kedi
geliyor. Tam alıştığı sırada ölmüştü. Ölümün yokluk, üzüntü ve yalnızlık
getirdiğini biliyor o sebeple. Yüzünde o gün yaşadığı acı beliriyor.
“Hem bak, böyle boğazına sarılıp, boğar seni,” diyerek kızın boğazına
iki eliyle sarılıp sıkıyor.
“Anladın mı?” diyor. “Öldürecek
misin?”
Kız nefessiz kalıyor. Korkudan gözbebekleri büyümüş, dehşetle bakıyor,
başını sallıyor. Adam omuzlarından tutup yukarı aşağı hoplatıyor.
“Böyle İşte! Var gücünle hoplayacaksın üstünde. Yoksa başka türlü
ölmezler”
Kız, görmediği ama altında, adamın pantolonun içinde olduğunu
hissettiği yılanların üstünde hopluyor sürekli.
“Bu sefer daha çok yaklaştım, bir uzatsam elimi dokunacak gibiyim. Kızı
adamın kucağından çekip alacak, “korkma” diyeceğim. “korkma, o şey yılan değil!
Kandırıyor seni.” Kızı, hayallerini, umutlarını, insanlara olan güvenini,
sevgiye olan inancını bu sefer kurtaracağım. Çok az kaldı, sadece bir adım, bir
adım daha! “
“Yıllarca yürüdüm düşe kalka, koştum nefesim kesilinceye dek, defalarca
yolumu kaybettim; dar yollarda, karanlık gecelerde, çıkmaz sokaklarda hep seni
aradım. Bacaklarım taşımaz oldu, emekleyerek ilerledim. Dizlerim kanadı, ellerim kanadı, yüreğimden
oluk oluk kan aktı. Yılmadım. Sana gelecek her yolu denedim. İşte, sonunda başardım! Hiç bu kadar
yaklaşamamış, seni kurtarabileceğime inanamamıştım. Değdi yıllara, yollara,
yaşadığımız onca acıya. Az sonra bitecek hepsi. Dayan, korkma küçük kız!”
Var gücümü toplayıp o son adımı atmaya hazırlanıyorum. Çekip alacağım
kızı, korkularından arındıracak, saracağım sımsıkı. Onu hiç bırakmayacak, hep
yanında olacak, koruyacağım bundan böyle. Bir adım, sadece bir adım daha.
Kaybettiğimi sandığım gücüm mucizevî bir şekilde geri dönüyor. Kararlı,
kendinden emin bir duruşla dimdik ayağa kalkıyorum. Yırtıcı bir hayvana
dönüşmüş gibi hissediyorum kendimi. Pençelerimi çıkarıyor, yavrusunu kurtarmak
isteyen bir anne aslan gibi atılıyorum ileriye doğru. Uzatıyorum elimi kıza,
tam saçlarından kavrıyorum, adam omuzlarından tutmuş sımsıkı, bırakmıyor. Ha
bire hoplatıyor kucağında.
“Az kaldı” diyor, “devam et, az sonra ölecekler.”
Nefes nefese kalmış adam. Gözleri kapalı, kendinden geçmeye başlıyor.
Yer ayağımın altından kayıyor o anda. Var gücümle asılıyorum kızın saçına.
Çekiyorum, tutam tutam saçları elimde kalıyor. Bir boşluğa düşmeye başlıyorum.
Düşüş hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor.
“Kalk oradan,” diyorum. “Kalk ve kaç!”
Sesim boşlukta yankılanıyor. Kız duymuyor beni. Adam, son bir kez derin
nefes alıyor, sesi kesiliyor. Kız verilen görevi yerine getiriyor.
Hiç bitmeyecek sandığım düşüş sona eriyor. Sert bir zemine çakılıyorum.
Daracık bir yer, hareket edemiyorum. Üstümde bir şeylerin gezmeye başladığını
fark ediyorum. Elimle yokluyorum, kaygan bir şey elimden kayıp
gidiyor. Bir başkası geliyor ve akıp gidiyor sonra. Derken başkası, başkası,
başkası… Gözlerim karanlığa alışmaya başlayınca yılanlarla dolu bir kuyunun
içinde olduğumu fark ediyorum. Yüzlerce
yılan geziniyor vücudumun üstünde. Kollarımdan, bacaklarımdan sarılmışlar
sımsıkı, hareket edemiyorum. Burun deliklerimden, kulaklarımdan, ağzımdan içeriye
kıvrıla kıvrıla giriyorlar. İkisi göğsüme çöreklenmiş, çatal dillerini dışarı
çıkarmış tıslıyorlar. Bacak aralarımda
geziniyor bazıları, bacaklarımı sıkıp ilerlemelerine engel olmaya çalışıyorum
ama nafile. Oradan da giriyorlar içeriye.
İçim yılan ini gibi. Her kıpırtılarını hissediyorum. Beynime
çöreklenmişler, gözlerimden dışarıya fırlıyorlar, karnım davul gibi olmuş.
Bacak aramdan boyna girip karnıma yerleşiyorlar. Ağzımdan, burnumdan,
kulaklarımdan, her yanımdan yılanlar girip çıkıyor. Boynuma dolanıyor bir
tanesi. Öyle uzun ki, kat kat sarıyor boynumu. Sonra kasıyor kendini, bir anda
nefesim boğazımda düğümleniyor. Bağırmak mümkün değil, nefes almak artık imkânsız.
Gözlerimin dışarıya fırladığını hissediyorum, yüzümde bir basınç, bütün
damarlarım patlayacak biraz sonra. Gözlerim kapanıyor, kendimden geçiyorum
yavaş yavaş. Ölüm bu olsa gerek. Yüzlerce yılanın aynı anda tıslaması oluyor
son duyduğum.
Yüzümde bir şeyler dolaşıyor, gene yılan olduğunu sanıyorum,
ürperiyorum aniden. Ama bu imkânsız, ben biraz önce ölmüştüm. Uğultu halinde
sesler duyuyorum, yılan tıslamalarıdır, diyorum, kulak kabartıyorum, hepsi insan
sesi. Seviniyorum, beni kurtarmaya geldiler sonunda!
İki yılan çöreklenmiş gözlerimin üstüne, açamıyorum. Birileri
başımda konuşuyor, anlamıyorum. Ben de konuşmaya başlıyor, yardım istiyorum.
Sesimi yutmuş gibiyim, kimse duymuyor. Yüzümdeki o şey dolaşıyor hala.
Yılanların soğuk dokunuşlarına benzemediğini fark ediyorum. Sıcak, şefkatli bir elin okşayışı bu, duyduğum
sesler netleşmeye başlıyor yavaş yavaş. Annem, “kızım” diyor. “Kızım, uyan, bak
biz geldik!” Konuşamıyor, kıpırdayamıyorum. Gözlerimden ince ince yaşlar
sızıyor. Annem ellerini gezdiriyor gözlerimde, yaşları siliyor. Gözlerime oturan
yılanlar bir anda yok oluyor. Hafifliyor göz kapaklarım, usulca aralıyorum.
Annem ağlıyor karşımda. Yaşlı yüzü daha da yaşlanmış geliyor
o anda. Çizgilerine yenileri eklenmiş sanki. Ne zamandır görmedim onu,
yıllardır mı? Bu kadar yaşlandığını neden fark etmedim? Kafamı çevirmeden
gözlerimle bakıyorum etrafa. Babam, kardeşlerim, çocuklarım, arkadaşlarım, hepsi
yatağın etrafını sarmışlar. Hepsinin yüzünde aynı endişe, aynı üzüntü var. Ne
olduğunu, nerede olduğumu anımsamaya çalışıyorum.
Yeni bir intihar girişiminin sonunda, yıllardır tedavi gördüğüm bir
hastanenin psikiyatri servisine yatırmışlardı beni. Yoğun bir ilaç tedavisine başlanmıştı.
İlaçları içtikten bir süre sonra kaskatı kesiliyor, felç olmuşçasına
yığılıyordum yatağa. Yarı baygın bir halde, ilaç saatim geldiğinde
uyandırılıyor, içtiğim yeni ilaçların etkisi ile tekrar derin bir uykuya
dalıyordum. Zaman kavramını çoktan yitirmiştim. Hangi günün hangi saatindeydik,
sabah mıydı akşam mıydı, farkında değildim. Ne zamandan beri hastanede
yatıyordum hiçbir fikrim yoktu. Günlerden sonra diğer hastalar gibi benim
odamın da kapıları sabah kilitlenip akşam saatlerine kadar kilitli kalıyor,
uyumamıza engel olunuyordu. Televizyon ve sosyalleşme odalarında vakit
geçirmeye zorlanıyorduk. Sosyalleşme
odasında, kitaplar, defterler, boyalar, iskambil kâğıtları, tavlalar,
puzzle’lar vardı. Herkes bir uğraş buluyor, onunla oyalanıyordu. Bazıları
televizyon odasındaki koltuklara yayılıp dizilerin tekrarlarını, kadın
programlarını izliyordu. Oldukça büyük bir koridor vardı. Langırt ve masa
tenisi konulmuştu oraya da. Kimisi volta atıyor, kimisi langırt ya da tenis oynuyordu.
Televizyon odasındaki koltuklarda boş yer bulursam orada oturduğum yerde
uyuyordum. Yer bulamadığımda sosyalleşme odasına gidip spor yapmamız için bırakılan
matları kuytu bir köşeye, yere sererek uyumaya çalışıyordum. Ruhumun acı
çektiğini, sadece uyuduğumda bu acıyı hissetmediğimi, o yüzden sürekli uyumak
istediğimi söylesem de kimse dinlemiyor, hemşireler ya da hasta bakıcılar
uyurken gördüklerinde tutup kolumdan zorla kaldırıyorlardı.
Bazen yatağa bağlanmış bir halde buluyordum kendimi. Erkek arkadaşım
yanımda refakatçi olarak kalıyordu çoğu zaman. Onun anlatmasına göre kendime
zarar vermeye kalkıştığım için sakinleştirici yapıp yatağa bağlamak zorunda
kalıyorlardı. O anları genelde hiç hatırlamazdım. Anlattığı şeyleri gerçekten
yapmış olabileceğime ihtimal vermezdim. Kendimden korkmaya başlamıştım. Kendimi
kontrol edemiyor, yaptıklarımı hatırlamıyordum. Güvenliklere, hemşirelere
saldırıyor, kırılmaz camları kırmaya çalışıyor, elektrikli kapılar açılıp
kapanırken kaba kuvvet göstererek kaçmaya çalışıyor, kendimle birlikte diğer
insanlara da zarar veriyordum anlatıldığına göre. Yaptıklarım anlatıldıkça
kendimden daha çok nefret ediyor, ölmeyi daha çok arzuluyordum. Yaşamın
anlamsızlığına ve hayatta oluşumun gereksizliğine inanmıştım daima. Burada olduğum
zamanlarda bu inancım daha da pekişiyordu. Elime geçen her ölme fırsatını
değerlendiriyor, bıkıp usanmadan yeni intihar girişimlerde bulunuyordum.
İlaçlarla insanları yaşatmaya, mutlu olacaklarına inandırmaya çalışıyorlardı
burada. Herkes yarı baygın bir halde dolaşıyordu. Yaptıkları umutlu resimleri
ve sahte teselli veren sözleri özenle duvarlara asıyorlar, iyileşeceklerini,
mutlu olacaklarını umut ediyorlardı. Gördüğüm her resim ve yazıyı yırtıp
atıyor, yerlerine kâbuslarımda gördüğüm yılanları çiziyor, hiçbirimizin asla
iyileşmeyeceğini, bir gün buradan çıkabilecek duruma gelsek bile asla diğer
insanlar gibi olamayacağımızı yazıyordum. Bu hareketlerimle diğer hastaları
olumsuz etkilediğim için sürekli hemşireler ve doktorlar tarafından azar işitiyor
ama yaptığımdan asla vazgeçmiyordum. Gerçeklerle yüzleşmelerini, boş umutlara
kapılmamalarını istiyordum ya da onlardaki o umut ve iyileşme isteğine sahip
olamadığım için içten içe kızıyordum onlara. Sebebini tam olarak bilmediğim bir
dürtü ile karamsarlıklarımı, umutsuzluğumu resmedip yazıya dökerek herkesin
göreceği yerlere asıyordum durmadan. Buradan çıkıp hayata katılmanın değil,
çıktığım ilk gün başarılı bir intiharla yaşantımı sona erdirmenin düşünü
kuruyordum daima.
Annem gözyaşları içinde eğilip öpüyor beni. Nezaketen de olsa
öpmek gelmiyor içimden. Kıpırtısız duruyorum. Sonra diğerleri sırayla eğilip
öpüyor. Neredeyse bütün aile ve arkadaşlarım gelmiş ziyaretime. Sadece oğluma
kızıma karşılık verip öpüyorum. Babam, kardeşlerim, onların eşi derken, üstüme
eğilen o yüzü görüyorum. Pis gülümseyişiyle birlikte ağzından yılanlar
dökülüyor üstüme. Çırpınmaya başlıyorum, iteliyorum kendimden uzaklaştırmak
için. “Yılan” diye bağırıyorum. “Yılan, git buradan! Gittt!..” Her şey kararıyor bir anda. Hızla düşmeye
başlıyorum. Duvarlarına çarpa çarpa gene yılan dolu o kuyuya düşüyorum.
VENOM
Kaç yaşındaydım o zamanlar? İnsanlara güvenecek, onları sevecek,
yılanlardan korktuğum için her şeyi yapacak kadar ufak yaşlardaydım galiba. İki odalı gecekondumuzda henüz üç kardeştik.
Babam çok genç ve yakışıklıydı o yıllarda. Bir giyinip çıkması vardı sokağa,
annem çekemezdi o hallerini. “Forsunu gören de adam sanacak! Kendine baktığın
gibi bir gün bana, çocuklarına bakmazsın” diye, genellikle kavgaya dönüşen
sitemlerde bulunurdu. Mahallenin en yakışıklısıydı babam. Yüzüne bakınca sevme
isteği gelirdi içimden daima. Sarılmak, öpmek isterdim ama hiçbir zaman buna
cesaret edemedim. Öyle mesafeliydi ki bize karşı, sanki onun çocukları
değildik. Mahalledeki arkadaşlarımı babasının elinden tutmuş bir yerlere
giderken gördüğümde hep içim sızlardı. Sadece bayramlarda öptürmek istediğinde tutup
dokunabilirdik eline. O anda sarılmak, defalarca öpmek, hiç bırakmak istemezdim
o sıcak yumuşaklığı. Diğer zamanlarda ise yüzüme ya da vücudumun diğer
yerlerine öfkeyle indiğinde hissederdim elini. Bazen çok ağlardım dayak
yiyince. Yediğim dayağın acısından değil de babamın beni sevmemesindendi akan
yaşlar. Ama annem babasız çocukların halini anlatınca, en azından dayak atacak, kızıp bağıracak bir
babam var diye teselli olurdum.
Annem babama göre oldukça yaşlıydı. Babam bunu sürekli başına kakar, “
üç çocuklu kadındın benimle evlendirdiklerinde, dua et de boşamıyorum seni,” diyerek
ilgisizliğine ve sevgisizliğine gerekçe olarak annemin yaşlılığını gösterirdi.
Annem sürekli ağlardı. Sadece babamın yaptıklarına ağladığını sanırdım ilk
zamanlar ama o, kısa süre sonra onlara kavuşacağını bilmeden, ilk evliliğinden
olan üç çocuğu için de ağlardı. İki ağabeyimiz ve bir ablamız olduğunu, kocası
ölünce kaynıyla evlendirmek istedikleri için çocuklarını bırakıp ailesinin
yanına döndüğünü ve sonra babam henüz askere dahi gitmeden onunla
evlendirdiklerini anlatırdı.
Bize rağmen evlat hasreti çekmesini anlayamazdım ve çok üzülürdüm bu
duruma. O anlarda sarılır, “biz varız anne,” derdim. Yetemezdi anneme
sarılmamız, varlığımız. Yanıp tutuşurdu bıraktığı çocukları için. “Anasız
babasız kim bilir ne yapıyorlardır garibanlar? Şimdi en büyüğü koca adam
olmuştur,” diye yaşlarını hesaplamaya çalışırdı. “Yakın yer olsa hiç değilse gider,
uzaktan görürüm ama Yozgat neresi, İzmit neresi,” diye dövünüp dururdu.
Babamdan saklardı çocukları için ağladığını. Ya saklı gizli ağlar ya da babamla
kavga ettiği sıralarda, kavga sebebi yüzünden ağlıyormuş gibi, onları da
katardı üzüntüsünün içine. O günler
aklıma geldikçe annem iki yaşlı göz olarak gelir aklıma.
Kısa süre sonra onlar da dâhil oldu hayatımıza. İzini sürerek annemi
bulmuşlardı. Genişlemişti ailemiz bir anda. Yaşayan tek bir akrabası kalmayan,
sahipsiz annemi arkalayacak birilerinin olmasının verdiği mecburiyetten mi,
yoksa insani bir kabullenişle mi, bilinmez, babam umulmadık biçimde kabul
etmişti varlıklarını. Annemin mutluluğuna diyecek yoktu. Kaybettiği yılları
unutmak ve unutturmak istercesine onlara veriyordu bütün sevgisini. Biz
umurunda değildik. Buna rağmen ben çok mutluydum çünkü hiç yoktan beni seven
bir abla ve iki ağabey sahibi olmuştum. Artık elimden tutup parka götüren, beni
kucaklayıp seven, hediyeler alan, beni dinleyen, özleyen, seven birlileri
vardı.
İnsan sevildikçe sevgi arsızı oluyormuş. Hele de bu, o zamana kadar hiç
sevgi görmemiş ufacık bir kız çocuğuysa eğer. Çocukluğun o masum sevgisiyle
ilgi gördüğü herkesi sevebiliyor, ona inanabiliyor ve aynı masum sevgiyle
kendisinin de sevildiğine inanabiliyormuş. Yanıldığını anlamak ise yıllar
alıyor, yıllarını, hatta tüm ömrünü elinden alabiliyormuş.
Yılanlarla tanışmam o günlere denk gelmişti. Babamın sevgisizliği,
annemin ilgisizliği, yeni insanların hayatımıza girişi, sevgiyi ilk kez tadışım
ve doymayışım, yabancılara güvenmeye başlayışım…
Minnet duygusu sanırım çocukluğun ilk evrelerinde başlıyordu ya da ben,
çok erken tanışmıştım bu duygu ile. Koşulsuz gördüğünüz sevgi, ilgi, elinizden
tutan sıcacık bir el, sımsıkı saran şefkatli bir kucak, öpüp koklamalar var
karşınızda ve siz bunlardan mahrum bir çocuk olarak geliyorsunuz o yaşa. Günün birinde yılanlar çıkıyor ortaya ve size
o sevgiyi sunan insanın hayatı söz konusu oluyorsa, yılanları öldürmekten başka seçeneğiniz
kalmıyordu. Ölesiye korksanız da, öldürmek zorundaydınız o yılanları.
Çocuk aklımla, bana ne deniliyorsa inandım ve denileni yaptım ben de.
Her dirildiğinde korkarak, ağlayarak öldürdüm yılanları. İlk günün gecesinde
yılanlar görmüştüm rüyamda. Korku ile uyanıp ağlamıştım ve tekrar uyumaya korkmuştum.
Ya ben yokken yılanlar tekrar ortaya çıkarsa, ya ona zarar verirlerse?
Korkularım yetmezmiş gibi bir de bunun için korkuyordum. Bulduğum sevgiyi
kaybetmekten çok korkuyordum.
Bazı geceler ben yılanları öldürürken onun çıkardığı seslerin benzerini
babamın çıkardığını duyardım. Kulağımı duvara dayayıp korku ile annemin
yılanları öldürmesini beklerdim. Anneme babama yılanlar zarar verecek diye çok
korkar, onlara bir şey olmaması için dualar ederdim. Neyse ki annem de
biliyordu yılan öldürmeyi ve babamla annem her sabah canlı bir şekilde
çıkıyordu karşıma. O zamanlar nasıl mutlu oluyordum anlatamam.
Bir gün anneme, “sen yılanlardan korkmuyor musun?” diye sormuştum.
Çocukları gelecekti ve telaşla yemek yapıyordu mutfakta. Ayakaltında
dolaşıyorum, bu saçma soruyu da şimdi nereden çıkarıyorum diye azarladı beni ve
kovdu mutfaktan. O günden sonra hiç kimseye yılanlardan bahsetmedim. Hem zaten
bu aramızda sır olarak kalmalıydı, yoksa yılanlar ikimizi de öldürebilirdi.
Yıllar sonraydı. Mahalledeki
bizden büyük ablalar aralarında konuşurken saklıca onları dinler, eğlenirdik
arkadaşlarımla. Konuları hep erkeklerdi. Biz de merakla onlara sokulur, başka
şeylerle ilgiliymişiz gibi davranıp kulak verirdik konuştuklarına. İlk onlardan
duymuştum yılan sandığım şeyin aslında ne olduğunu. Öyle bir hayal kırıklığına
uğramıştım ki, üzüntüden sessizce ağlamaya başlamıştım. O çok sevdiğim insan beni
kandırmıştı. Bana onca korkuyu boşuna yaşatmıştı. Onun için üzülüp dualar
etmiştim yılanlar ona bir şey yapmasınlar diye. Olan şeyi tam olarak
kavrayamıyor, sadece yılanların onu ve beni öldüreceği yalanını söylediği için
kızıyordum ona. Gerçeği anlamam birkaç
yılımı daha almıştı ve asıl çöküntüyü o zaman yaşamıştım. O çok sevdiğim, babam
yerine koyduğum adam bana ne yapmıştı!
O günden sonra erkeklerden korkuyor, tiksiniyor, her gece yılanlı
rüyalar görerek gözyaşları içinde uyanıyordum. Evlendiğimde ilk gecenin
zorluğu, yaşadığım acı tarif edilemezdi. Yılanlar içinde boğuşuyordum adeta. O
karşımda kıvranıyor, “az kaldı, devam et, ölecek” diyordu sanki. Seks daima
yılan öldürme görevi olarak yaptığım bir şey olmuştu hayat boyunca ve sonrasında
hep ağlamıştım.
TİRYAK
Hemşireler ve doktorlar başıma toplanmış, deli gömleğini
zorla giydirmeye çalışıyorlardı. O, kapının yanında duruyor, “deli bu, iyice
kafayı yemiş! Burası yetmez, tımarhaneye yatırın!” diye bağırıyordu tırmaladığım
yüzündeki kanları silerken.
Annem, kardeşlerim ve çocuklarım ağlıyordu. Kızım, “annemin
canını yakmayın, bağlamayın” diye yalvarıyordu. Oracıkta her şeyi, yıllarca
gördüğüm kâbusların sebebini, beni içten içe eritip yok eden olayı anlatmak
istiyordum ama biliyordum ki o durumda kimse bana inanmayacaktı. Çünkü
hastaneye yattığım için çoktan deli damgası yemiş, sözlerimin güvenilirliğini yitirmiştim.
Hem çok utanıyordum yaşadığımdan. Çocuklarımın yanında, herkesin içinde nasıl
söyleyebilirdim ki? Susamadım, ama konuşamadım da. Sadece “yılan, yılan!” diye
tekrar ediyordum. Yapılan iğnenin etkisi ile bir gevşeme, uyku hali
bastırmıştı. Son kez fısıltıyla “yılannn!” diyebilmiştim. Şişip kocaman olmuş,
ağzımın içine sığmıyor, artık dönmüyordu dilim. Bütün bedenim hızla uyuşmaya
başlamıştı. Gözlerimin kenarlarından kulaklarıma doğru bir şeyler sızıyordu.
Gözyaşlarım dışında her şey donmuştu bedenimde
“Başka yolu yok,” demişti doktorum. “İlaçla tedaviye yanıt
alamıyoruz. Yıllardır ayakta tedavi görüyorsun, aylardır da ilaçla hastanede
tedavi görüyorsun ama sonuç alamıyoruz. Tek seçeneğimiz elektro şok.” Önceleri kabul etmediğim tedaviyi çaresizce
kabul etmek zorunda kalmıştım. Kötü anılar silinecekti, hatırlamayacaktım bir
daha ve artık o kâbusları görmeyecektim. Yaşananları unutursam ölmeyi
istemekten vazgeçip yaşama gönül verebilirdim. Belki mutlu bile
olabilirdim. Böylece intihar girişimleriyle çocuklarımı üzmez,
yoluyla yordamıyla yaşamaya alışabilirdim.
Ailemden de gerekli izin alındıktan, evraklar imzalandıktan
sonra o gün gelmişti. Hazırlanmış, sedyede yatıyordum. Dışarıda ailem
bekliyordu. Korkuyordum, sonucunda ne olacağını bilmiyordum ama iyileşeceğime
dair ufacık da olsa bir umut vardı artık. Doktorum elimi tutarak, “güven bana,
iyi olacaksın” dedi.” İyi olacağız” dedim dolan gözlerimle. “Biz İyi olacağız.”
Narkoz verilmeden önce, “Hadi bakalım, saymaya başla! Derin
bir uykuya yatacaksın,” dedi doktorum.
“Bir yılan… İki yılan…
Üç yı-lan… Dört yıll-lannn… Beş yılll…”
Uyumadan önce öldürebildiğim kadar yılan öldürmeye başladım.
Mar: Yılan anlamına gelmektedir. Sinsi, hain insanlar için kullanılan bir
sıfat olarak da tanımlanır aynı zamanda. İkinci anlamı ilkinden daha
korkunçtur. Çünkü onlar her yerlerdedirler. Ustaca hayatın içine, aramıza
karışırlar. Biz gerçek yüzlerini görünceye dek, zehirlerini ustaca kanımıza
enjekte etmişlerdir. Kendilerini en iyi gizledikleri yer çocukların saf, masum
dünyalarıdır. O dünyaya girdiklerinde, çocukların sevgiye ve ilgiye ne kadar aç
olduklarını gördüklerinde, kendileri için sonsuz besin kaynağını bulmuş olurlar
ve yıllarca bu kaynaktan acımasızca beslenebilirler.
Venom: Yılan zehri demektir. Zehre maruz kalan kişide ilk görülen belirti his
kaybıdır. Zehir kısa sürede bütün organları etkisi altına alarak kişiyi felç
eder. Zehirlenen hayatta ilerleyemez bu sebeple. Bedensel olarak büyüse de
ruhsal olarak zehirlendiği yaşta kalır. Hayat boyu o ilk ısırığın acısını
duyumsar, yılanın bu denli kendisine yanaşmasına izin verdiği için yaşamı
süresince kendinden, saflığından nefret ederek, hayatı kendisiyle bir savaş
alanına çevirir. Genelde bütün zehirlenmeler ölümle sonuçlanır. Tıbben bu ölüm
tespit edilemese de, ruhen kişi ilk ısırıldığı anda ölmüştür. Canlı insanlarla
karşılaştırıldığında bu ölüm ilk bakışta kendini belli etmeyebilir. Ancak kişiyle
yakın temasta olanlar özel bir duyarlılık gösterdiği takdirde kısa sürede bunu
fark edebilirler. Zehirlenme sonucu ölen kişileri yaşayanlardan ayıran en
belirgin özellikler günden güne azalan yaşama isteği, hayattan ve insanlardan
nefret etme, dalgın, düşünceli, içine kapanık halleri, melankolik yapıları
gereği gösterdikleri yoğun karamsarlık ve göz kenarlarında her an düşmeye hazır
iki damla yaştır.
Tiryak: Panzehir anlamına gelmektedir. Konusu geçen zehirlenmenin panzehiri ise sabır,
sevgi ve ilgidir. Zehirlenme ne kadar çabuk fark edilip o kadar erken müdahale yapılırsa
iyileşme o derecede yüksek olur. Hayatla bağı kopan kişiyi yeniden hayata
bağlamak için sevdiklerinin bağ görevi görmesi gerekebilir genellikle. Bu
meşakkatli bir iştir, yıllarca emek verilmesi gerekebilir ve her zaman başarı
elde edilemeyebilir. Geç fark edilen zehirlenmelerde kişinin ruhu derin yaralar
aldığı için, diğer insanlardan farklı tutumlar sergileyebilir, yaşadığı içsel
acıyı dışavurumunda çeşitlilik gösterebilir. Bu durumlarda psikolojik destek
almak, ilaç doktor, hastane üçgeni içinde yaraların iyileşmesi için tedaviye
başlanması gerekebilir. Toplum tarafından anlaşılamayan ve hatta çoğu zaman
dışlanıp, deli damgası vurulan bu insanların yeniden hayata dâhil olması için
diğer insanların özverili olmaları, onları anlamak mümkün değilse bile,
anlamaya çalışmaları gerekmektedir. Unutmayalım ki yaşımız kaç olursa olsun,
savunmasız, korunmasız olduğumuz bir anda çatal bir dille karşılaşabilir, o
insanların yaşadıklarına, belki de daha kötülerine maruz kalabiliriz. Çünkü
dünya bir yılan inidir ve belki de en yakınımız ya da en yakınlarımızda olan
biri sinsice beklemektedir bizi sokmak için.
Fatoş
Kara