Öyküler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öyküler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2016 Pazar

Acıya Uyanmak



Gene aynı saatte uyandım, hiç şaşmıyor, kurduğum saatin çalmasından on dakika önce uyanıyorum hep.  Saatin çalışıyla sen de uyanacaksın ve ben, senden önce uyanamayıp seni izleme fırsatından mahrum kalacağım, düşüncesiyle saatin çalmasından önce uyanmak bilinçaltıma yerleşmiş, istesem de daha geç uyanamıyorum. Hatırlıyorum, çok hasta olduğum zamanlarda da bu hiç değişmedi. 

Uyanıp önce seni izliyor, sonra usulca yataktan çıkıyor kahvaltıyı hazırlıyorum. Sessiz olmaya özen gösteriyorum, mutfaktan gelen seslerle değil, benim öpüşlerimle uyanmalısın. En sevdiklerin;  kızarmış ekmek ve omlet,  masanın başköşesinde… Evet, her şey tamam olduğuna göre seni uyandırabilirim.
 Parmak uçlarıma basa-basa geliyorum yanına, yanağına kondurduğum bir öpücükle gözlerini açıyorsun. Allah’ım! “Bu gözleri görmeden yaşayamam” diyorum, sen bana gülümserken. Neşe içinde kahvaltımızı ediyoruz, sonra birlikte evden çıkıyor, aynı otobüse biniyoruz iş yerlerimize gitmek için. Sonra… Sonra, acı bir siren sesi!  Günlerce yoğun bakımda yatışım ve hastaneden taburcu olana kadar ölümünü bilmeyişim! 

Beş yıl geçti aradan… Gene aynı saatte uyanıyorum, ama bu kez mutlulukla değil, kaza anındaki acı siren seslerini duyarak. Önce yatağımdan kalkıp protez bacağımı takıyorum, sonra kahvaltıyı hazırlıyorum; Omlet ve kızarmış ekmek… Öylece duruyor masada, sen yoksun, elimi hiçbir şeye sürmüyorum.

10 Haziran 2016 Cuma

Biz İyi Olacağız

                        

             MAR

“Bak” diyor adam, “öldürmelisin yılanları. Yoksa seni ve beni sokup öldürür.”
 “Nasıl sokar, sokmak ne?” diyor kız.  
“Yani ısırır. Kocaman ısırır ve öldürür bizi.”  
Kızın aklına annesinden saklı, kömürlüklerinde beslediği yavru kedi geliyor. Tam alıştığı sırada ölmüştü. Ölümün yokluk, üzüntü ve yalnızlık getirdiğini biliyor o sebeple. Yüzünde o gün yaşadığı acı beliriyor.
“Hem bak, böyle boğazına sarılıp, boğar seni,” diyerek kızın boğazına iki eliyle sarılıp sıkıyor.
 “Anladın mı?” diyor. “Öldürecek misin?”
Kız nefessiz kalıyor. Korkudan gözbebekleri büyümüş, dehşetle bakıyor, başını sallıyor. Adam omuzlarından tutup yukarı aşağı hoplatıyor.
“Böyle İşte! Var gücünle hoplayacaksın üstünde. Yoksa başka türlü ölmezler”
Kız, görmediği ama altında, adamın pantolonun içinde olduğunu hissettiği yılanların üstünde hopluyor sürekli.

“Bu sefer daha çok yaklaştım, bir uzatsam elimi dokunacak gibiyim. Kızı adamın kucağından çekip alacak, “korkma” diyeceğim. “korkma, o şey yılan değil! Kandırıyor seni.” Kızı, hayallerini, umutlarını, insanlara olan güvenini, sevgiye olan inancını bu sefer kurtaracağım. Çok az kaldı, sadece bir adım, bir adım daha! “
“Yıllarca yürüdüm düşe kalka, koştum nefesim kesilinceye dek, defalarca yolumu kaybettim; dar yollarda, karanlık gecelerde, çıkmaz sokaklarda hep seni aradım. Bacaklarım taşımaz oldu, emekleyerek ilerledim.  Dizlerim kanadı, ellerim kanadı, yüreğimden oluk oluk kan aktı. Yılmadım. Sana gelecek her yolu denedim.  İşte, sonunda başardım! Hiç bu kadar yaklaşamamış, seni kurtarabileceğime inanamamıştım. Değdi yıllara, yollara, yaşadığımız onca acıya. Az sonra bitecek hepsi. Dayan, korkma küçük kız!”
Var gücümü toplayıp o son adımı atmaya hazırlanıyorum. Çekip alacağım kızı, korkularından arındıracak, saracağım sımsıkı. Onu hiç bırakmayacak, hep yanında olacak, koruyacağım bundan böyle. Bir adım, sadece bir adım daha.
Kaybettiğimi sandığım gücüm mucizevî bir şekilde geri dönüyor. Kararlı, kendinden emin bir duruşla dimdik ayağa kalkıyorum. Yırtıcı bir hayvana dönüşmüş gibi hissediyorum kendimi. Pençelerimi çıkarıyor, yavrusunu kurtarmak isteyen bir anne aslan gibi atılıyorum ileriye doğru. Uzatıyorum elimi kıza, tam saçlarından kavrıyorum, adam omuzlarından tutmuş sımsıkı, bırakmıyor. Ha bire hoplatıyor kucağında.
“Az kaldı” diyor, “devam et, az sonra ölecekler.”
Nefes nefese kalmış adam. Gözleri kapalı, kendinden geçmeye başlıyor. Yer ayağımın altından kayıyor o anda. Var gücümle asılıyorum kızın saçına. Çekiyorum, tutam tutam saçları elimde kalıyor. Bir boşluğa düşmeye başlıyorum. Düşüş hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor.
“Kalk oradan,” diyorum. “Kalk ve kaç!”
Sesim boşlukta yankılanıyor. Kız duymuyor beni. Adam, son bir kez derin nefes alıyor, sesi kesiliyor. Kız verilen görevi yerine getiriyor.

 Hiç bitmeyecek sandığım düşüş sona eriyor. Sert bir zemine çakılıyorum. Daracık bir yer, hareket edemiyorum. Üstümde bir şeylerin gezmeye başladığını fark ediyorum. Elimle yokluyorum, kaygan bir şey elimden kayıp gidiyor. Bir başkası geliyor ve akıp gidiyor sonra. Derken başkası, başkası, başkası… Gözlerim karanlığa alışmaya başlayınca yılanlarla dolu bir kuyunun içinde olduğumu fark ediyorum.  Yüzlerce yılan geziniyor vücudumun üstünde. Kollarımdan, bacaklarımdan sarılmışlar sımsıkı, hareket edemiyorum. Burun deliklerimden, kulaklarımdan, ağzımdan içeriye kıvrıla kıvrıla giriyorlar. İkisi göğsüme çöreklenmiş, çatal dillerini dışarı çıkarmış tıslıyorlar.  Bacak aralarımda geziniyor bazıları, bacaklarımı sıkıp ilerlemelerine engel olmaya çalışıyorum ama nafile. Oradan da giriyorlar içeriye.  İçim yılan ini gibi. Her kıpırtılarını hissediyorum. Beynime çöreklenmişler, gözlerimden dışarıya fırlıyorlar, karnım davul gibi olmuş. Bacak aramdan boyna girip karnıma yerleşiyorlar. Ağzımdan, burnumdan, kulaklarımdan, her yanımdan yılanlar girip çıkıyor. Boynuma dolanıyor bir tanesi. Öyle uzun ki, kat kat sarıyor boynumu. Sonra kasıyor kendini, bir anda nefesim boğazımda düğümleniyor. Bağırmak mümkün değil, nefes almak artık imkânsız. Gözlerimin dışarıya fırladığını hissediyorum, yüzümde bir basınç, bütün damarlarım patlayacak biraz sonra. Gözlerim kapanıyor, kendimden geçiyorum yavaş yavaş. Ölüm bu olsa gerek. Yüzlerce yılanın aynı anda tıslaması oluyor son duyduğum.

Yüzümde bir şeyler dolaşıyor, gene yılan olduğunu sanıyorum, ürperiyorum aniden. Ama bu imkânsız, ben biraz önce ölmüştüm. Uğultu halinde sesler duyuyorum, yılan tıslamalarıdır, diyorum, kulak kabartıyorum, hepsi insan sesi. Seviniyorum, beni kurtarmaya geldiler sonunda!
İki yılan çöreklenmiş gözlerimin üstüne, açamıyorum. Birileri başımda konuşuyor, anlamıyorum. Ben de konuşmaya başlıyor, yardım istiyorum. Sesimi yutmuş gibiyim, kimse duymuyor. Yüzümdeki o şey dolaşıyor hala. Yılanların soğuk dokunuşlarına benzemediğini fark ediyorum.  Sıcak, şefkatli bir elin okşayışı bu, duyduğum sesler netleşmeye başlıyor yavaş yavaş. Annem, “kızım” diyor. “Kızım, uyan, bak biz geldik!” Konuşamıyor, kıpırdayamıyorum. Gözlerimden ince ince yaşlar sızıyor. Annem ellerini gezdiriyor gözlerimde, yaşları siliyor. Gözlerime oturan yılanlar bir anda yok oluyor. Hafifliyor göz kapaklarım, usulca aralıyorum.
Annem ağlıyor karşımda. Yaşlı yüzü daha da yaşlanmış geliyor o anda. Çizgilerine yenileri eklenmiş sanki. Ne zamandır görmedim onu, yıllardır mı? Bu kadar yaşlandığını neden fark etmedim? Kafamı çevirmeden gözlerimle bakıyorum etrafa. Babam, kardeşlerim, çocuklarım, arkadaşlarım, hepsi yatağın etrafını sarmışlar. Hepsinin yüzünde aynı endişe, aynı üzüntü var. Ne olduğunu, nerede olduğumu anımsamaya çalışıyorum.

Yeni bir intihar girişiminin sonunda, yıllardır tedavi gördüğüm bir hastanenin psikiyatri servisine yatırmışlardı beni.   Yoğun bir ilaç tedavisine başlanmıştı. İlaçları içtikten bir süre sonra kaskatı kesiliyor, felç olmuşçasına yığılıyordum yatağa. Yarı baygın bir halde, ilaç saatim geldiğinde uyandırılıyor, içtiğim yeni ilaçların etkisi ile tekrar derin bir uykuya dalıyordum. Zaman kavramını çoktan yitirmiştim. Hangi günün hangi saatindeydik, sabah mıydı akşam mıydı, farkında değildim. Ne zamandan beri hastanede yatıyordum hiçbir fikrim yoktu. Günlerden sonra diğer hastalar gibi benim odamın da kapıları sabah kilitlenip akşam saatlerine kadar kilitli kalıyor, uyumamıza engel olunuyordu. Televizyon ve sosyalleşme odalarında vakit geçirmeye zorlanıyorduk.  Sosyalleşme odasında, kitaplar, defterler, boyalar, iskambil kâğıtları, tavlalar, puzzle’lar vardı. Herkes bir uğraş buluyor, onunla oyalanıyordu. Bazıları televizyon odasındaki koltuklara yayılıp dizilerin tekrarlarını, kadın programlarını izliyordu. Oldukça büyük bir koridor vardı. Langırt ve masa tenisi konulmuştu oraya da. Kimisi volta atıyor, kimisi langırt ya da tenis oynuyordu. Televizyon odasındaki koltuklarda boş yer bulursam orada oturduğum yerde uyuyordum. Yer bulamadığımda sosyalleşme odasına gidip spor yapmamız için bırakılan matları kuytu bir köşeye, yere sererek uyumaya çalışıyordum. Ruhumun acı çektiğini, sadece uyuduğumda bu acıyı hissetmediğimi, o yüzden sürekli uyumak istediğimi söylesem de kimse dinlemiyor, hemşireler ya da hasta bakıcılar uyurken gördüklerinde tutup kolumdan zorla kaldırıyorlardı.
Bazen yatağa bağlanmış bir halde buluyordum kendimi. Erkek arkadaşım yanımda refakatçi olarak kalıyordu çoğu zaman. Onun anlatmasına göre kendime zarar vermeye kalkıştığım için sakinleştirici yapıp yatağa bağlamak zorunda kalıyorlardı. O anları genelde hiç hatırlamazdım. Anlattığı şeyleri gerçekten yapmış olabileceğime ihtimal vermezdim. Kendimden korkmaya başlamıştım. Kendimi kontrol edemiyor, yaptıklarımı hatırlamıyordum. Güvenliklere, hemşirelere saldırıyor, kırılmaz camları kırmaya çalışıyor, elektrikli kapılar açılıp kapanırken kaba kuvvet göstererek kaçmaya çalışıyor, kendimle birlikte diğer insanlara da zarar veriyordum anlatıldığına göre. Yaptıklarım anlatıldıkça kendimden daha çok nefret ediyor, ölmeyi daha çok arzuluyordum. Yaşamın anlamsızlığına ve hayatta oluşumun gereksizliğine inanmıştım daima. Burada olduğum zamanlarda bu inancım daha da pekişiyordu. Elime geçen her ölme fırsatını değerlendiriyor, bıkıp usanmadan yeni intihar girişimlerde bulunuyordum. İlaçlarla insanları yaşatmaya, mutlu olacaklarına inandırmaya çalışıyorlardı burada. Herkes yarı baygın bir halde dolaşıyordu. Yaptıkları umutlu resimleri ve sahte teselli veren sözleri özenle duvarlara asıyorlar, iyileşeceklerini, mutlu olacaklarını umut ediyorlardı. Gördüğüm her resim ve yazıyı yırtıp atıyor, yerlerine kâbuslarımda gördüğüm yılanları çiziyor, hiçbirimizin asla iyileşmeyeceğini, bir gün buradan çıkabilecek duruma gelsek bile asla diğer insanlar gibi olamayacağımızı yazıyordum. Bu hareketlerimle diğer hastaları olumsuz etkilediğim için sürekli hemşireler ve doktorlar tarafından azar işitiyor ama yaptığımdan asla vazgeçmiyordum. Gerçeklerle yüzleşmelerini, boş umutlara kapılmamalarını istiyordum ya da onlardaki o umut ve iyileşme isteğine sahip olamadığım için içten içe kızıyordum onlara. Sebebini tam olarak bilmediğim bir dürtü ile karamsarlıklarımı, umutsuzluğumu resmedip yazıya dökerek herkesin göreceği yerlere asıyordum durmadan. Buradan çıkıp hayata katılmanın değil, çıktığım ilk gün başarılı bir intiharla yaşantımı sona erdirmenin düşünü kuruyordum daima.

Annem gözyaşları içinde eğilip öpüyor beni. Nezaketen de olsa öpmek gelmiyor içimden. Kıpırtısız duruyorum. Sonra diğerleri sırayla eğilip öpüyor. Neredeyse bütün aile ve arkadaşlarım gelmiş ziyaretime. Sadece oğluma kızıma karşılık verip öpüyorum. Babam, kardeşlerim, onların eşi derken, üstüme eğilen o yüzü görüyorum. Pis gülümseyişiyle birlikte ağzından yılanlar dökülüyor üstüme. Çırpınmaya başlıyorum, iteliyorum kendimden uzaklaştırmak için. “Yılan” diye bağırıyorum. “Yılan, git buradan! Gittt!..”  Her şey kararıyor bir anda. Hızla düşmeye başlıyorum. Duvarlarına çarpa çarpa gene yılan dolu o kuyuya düşüyorum.



VENOM

Kaç yaşındaydım o zamanlar? İnsanlara güvenecek, onları sevecek, yılanlardan korktuğum için her şeyi yapacak kadar ufak yaşlardaydım galiba.  İki odalı gecekondumuzda henüz üç kardeştik. Babam çok genç ve yakışıklıydı o yıllarda. Bir giyinip çıkması vardı sokağa, annem çekemezdi o hallerini. “Forsunu gören de adam sanacak! Kendine baktığın gibi bir gün bana, çocuklarına bakmazsın” diye, genellikle kavgaya dönüşen sitemlerde bulunurdu. Mahallenin en yakışıklısıydı babam. Yüzüne bakınca sevme isteği gelirdi içimden daima. Sarılmak, öpmek isterdim ama hiçbir zaman buna cesaret edemedim. Öyle mesafeliydi ki bize karşı, sanki onun çocukları değildik. Mahalledeki arkadaşlarımı babasının elinden tutmuş bir yerlere giderken gördüğümde hep içim sızlardı. Sadece bayramlarda öptürmek istediğinde tutup dokunabilirdik eline. O anda sarılmak, defalarca öpmek, hiç bırakmak istemezdim o sıcak yumuşaklığı. Diğer zamanlarda ise yüzüme ya da vücudumun diğer yerlerine öfkeyle indiğinde hissederdim elini. Bazen çok ağlardım dayak yiyince. Yediğim dayağın acısından değil de babamın beni sevmemesindendi akan yaşlar. Ama annem babasız çocukların halini anlatınca,  en azından dayak atacak, kızıp bağıracak bir babam var diye teselli olurdum.
Annem babama göre oldukça yaşlıydı. Babam bunu sürekli başına kakar, “ üç çocuklu kadındın benimle evlendirdiklerinde,  dua et de boşamıyorum seni,” diyerek ilgisizliğine ve sevgisizliğine gerekçe olarak annemin yaşlılığını gösterirdi. Annem sürekli ağlardı. Sadece babamın yaptıklarına ağladığını sanırdım ilk zamanlar ama o, kısa süre sonra onlara kavuşacağını bilmeden, ilk evliliğinden olan üç çocuğu için de ağlardı. İki ağabeyimiz ve bir ablamız olduğunu, kocası ölünce kaynıyla evlendirmek istedikleri için çocuklarını bırakıp ailesinin yanına döndüğünü ve sonra babam henüz askere dahi gitmeden onunla evlendirdiklerini anlatırdı.
Bize rağmen evlat hasreti çekmesini anlayamazdım ve çok üzülürdüm bu duruma. O anlarda sarılır, “biz varız anne,” derdim. Yetemezdi anneme sarılmamız, varlığımız. Yanıp tutuşurdu bıraktığı çocukları için. “Anasız babasız kim bilir ne yapıyorlardır garibanlar? Şimdi en büyüğü koca adam olmuştur,” diye yaşlarını hesaplamaya çalışırdı. “Yakın yer olsa hiç değilse gider, uzaktan görürüm ama Yozgat neresi, İzmit neresi,” diye dövünüp dururdu. Babamdan saklardı çocukları için ağladığını. Ya saklı gizli ağlar ya da babamla kavga ettiği sıralarda, kavga sebebi yüzünden ağlıyormuş gibi, onları da katardı üzüntüsünün içine.  O günler aklıma geldikçe annem iki yaşlı göz olarak gelir aklıma.
Kısa süre sonra onlar da dâhil oldu hayatımıza. İzini sürerek annemi bulmuşlardı. Genişlemişti ailemiz bir anda. Yaşayan tek bir akrabası kalmayan, sahipsiz annemi arkalayacak birilerinin olmasının verdiği mecburiyetten mi, yoksa insani bir kabullenişle mi, bilinmez, babam umulmadık biçimde kabul etmişti varlıklarını. Annemin mutluluğuna diyecek yoktu. Kaybettiği yılları unutmak ve unutturmak istercesine onlara veriyordu bütün sevgisini. Biz umurunda değildik. Buna rağmen ben çok mutluydum çünkü hiç yoktan beni seven bir abla ve iki ağabey sahibi olmuştum. Artık elimden tutup parka götüren, beni kucaklayıp seven, hediyeler alan, beni dinleyen, özleyen, seven birlileri vardı.
İnsan sevildikçe sevgi arsızı oluyormuş. Hele de bu, o zamana kadar hiç sevgi görmemiş ufacık bir kız çocuğuysa eğer. Çocukluğun o masum sevgisiyle ilgi gördüğü herkesi sevebiliyor, ona inanabiliyor ve aynı masum sevgiyle kendisinin de sevildiğine inanabiliyormuş. Yanıldığını anlamak ise yıllar alıyor, yıllarını, hatta tüm ömrünü elinden alabiliyormuş.
Yılanlarla tanışmam o günlere denk gelmişti. Babamın sevgisizliği, annemin ilgisizliği, yeni insanların hayatımıza girişi, sevgiyi ilk kez tadışım ve doymayışım, yabancılara güvenmeye başlayışım…
Minnet duygusu sanırım çocukluğun ilk evrelerinde başlıyordu ya da ben, çok erken tanışmıştım bu duygu ile. Koşulsuz gördüğünüz sevgi, ilgi, elinizden tutan sıcacık bir el, sımsıkı saran şefkatli bir kucak, öpüp koklamalar var karşınızda ve siz bunlardan mahrum bir çocuk olarak geliyorsunuz o yaşa.  Günün birinde yılanlar çıkıyor ortaya ve size o sevgiyi sunan insanın hayatı söz konusu oluyorsa,  yılanları öldürmekten başka seçeneğiniz kalmıyordu. Ölesiye korksanız da, öldürmek zorundaydınız o yılanları.
Çocuk aklımla, bana ne deniliyorsa inandım ve denileni yaptım ben de. Her dirildiğinde korkarak, ağlayarak öldürdüm yılanları. İlk günün gecesinde yılanlar görmüştüm rüyamda. Korku ile uyanıp ağlamıştım ve tekrar uyumaya korkmuştum. Ya ben yokken yılanlar tekrar ortaya çıkarsa, ya ona zarar verirlerse? Korkularım yetmezmiş gibi bir de bunun için korkuyordum. Bulduğum sevgiyi kaybetmekten çok korkuyordum.
Bazı geceler ben yılanları öldürürken onun çıkardığı seslerin benzerini babamın çıkardığını duyardım. Kulağımı duvara dayayıp korku ile annemin yılanları öldürmesini beklerdim. Anneme babama yılanlar zarar verecek diye çok korkar, onlara bir şey olmaması için dualar ederdim. Neyse ki annem de biliyordu yılan öldürmeyi ve babamla annem her sabah canlı bir şekilde çıkıyordu karşıma. O zamanlar nasıl mutlu oluyordum anlatamam.
Bir gün anneme, “sen yılanlardan korkmuyor musun?” diye sormuştum. Çocukları gelecekti ve telaşla yemek yapıyordu mutfakta. Ayakaltında dolaşıyorum, bu saçma soruyu da şimdi nereden çıkarıyorum diye azarladı beni ve kovdu mutfaktan. O günden sonra hiç kimseye yılanlardan bahsetmedim. Hem zaten bu aramızda sır olarak kalmalıydı, yoksa yılanlar ikimizi de öldürebilirdi.

                Yıllar sonraydı. Mahalledeki bizden büyük ablalar aralarında konuşurken saklıca onları dinler, eğlenirdik arkadaşlarımla. Konuları hep erkeklerdi. Biz de merakla onlara sokulur, başka şeylerle ilgiliymişiz gibi davranıp kulak verirdik konuştuklarına. İlk onlardan duymuştum yılan sandığım şeyin aslında ne olduğunu. Öyle bir hayal kırıklığına uğramıştım ki, üzüntüden sessizce ağlamaya başlamıştım. O çok sevdiğim insan beni kandırmıştı. Bana onca korkuyu boşuna yaşatmıştı. Onun için üzülüp dualar etmiştim yılanlar ona bir şey yapmasınlar diye. Olan şeyi tam olarak kavrayamıyor, sadece yılanların onu ve beni öldüreceği yalanını söylediği için kızıyordum ona.  Gerçeği anlamam birkaç yılımı daha almıştı ve asıl çöküntüyü o zaman yaşamıştım. O çok sevdiğim, babam yerine koyduğum adam bana ne yapmıştı!
O günden sonra erkeklerden korkuyor, tiksiniyor, her gece yılanlı rüyalar görerek gözyaşları içinde uyanıyordum. Evlendiğimde ilk gecenin zorluğu, yaşadığım acı tarif edilemezdi. Yılanlar içinde boğuşuyordum adeta. O karşımda kıvranıyor, “az kaldı, devam et, ölecek” diyordu sanki. Seks daima yılan öldürme görevi olarak yaptığım bir şey olmuştu hayat boyunca ve sonrasında hep ağlamıştım.




 TİRYAK

Hemşireler ve doktorlar başıma toplanmış, deli gömleğini zorla giydirmeye çalışıyorlardı. O, kapının yanında duruyor, “deli bu, iyice kafayı yemiş! Burası yetmez, tımarhaneye yatırın!” diye bağırıyordu tırmaladığım yüzündeki kanları silerken.
Annem, kardeşlerim ve çocuklarım ağlıyordu. Kızım, “annemin canını yakmayın, bağlamayın” diye yalvarıyordu. Oracıkta her şeyi, yıllarca gördüğüm kâbusların sebebini, beni içten içe eritip yok eden olayı anlatmak istiyordum ama biliyordum ki o durumda kimse bana inanmayacaktı. Çünkü hastaneye yattığım için çoktan deli damgası yemiş, sözlerimin güvenilirliğini yitirmiştim. Hem çok utanıyordum yaşadığımdan. Çocuklarımın yanında, herkesin içinde nasıl söyleyebilirdim ki? Susamadım, ama konuşamadım da. Sadece “yılan, yılan!” diye tekrar ediyordum. Yapılan iğnenin etkisi ile bir gevşeme, uyku hali bastırmıştı. Son kez fısıltıyla “yılannn!” diyebilmiştim. Şişip kocaman olmuş, ağzımın içine sığmıyor, artık dönmüyordu dilim. Bütün bedenim hızla uyuşmaya başlamıştı. Gözlerimin kenarlarından kulaklarıma doğru bir şeyler sızıyordu. Gözyaşlarım dışında her şey donmuştu bedenimde
“Başka yolu yok,” demişti doktorum. “İlaçla tedaviye yanıt alamıyoruz. Yıllardır ayakta tedavi görüyorsun, aylardır da ilaçla hastanede tedavi görüyorsun ama sonuç alamıyoruz. Tek seçeneğimiz elektro şok.”  Önceleri kabul etmediğim tedaviyi çaresizce kabul etmek zorunda kalmıştım. Kötü anılar silinecekti, hatırlamayacaktım bir daha ve artık o kâbusları görmeyecektim. Yaşananları unutursam ölmeyi istemekten vazgeçip yaşama gönül verebilirdim. Belki mutlu bile olabilirdim. Böylece intihar girişimleriyle çocuklarımı üzmez, yoluyla yordamıyla yaşamaya alışabilirdim.
Ailemden de gerekli izin alındıktan, evraklar imzalandıktan sonra o gün gelmişti. Hazırlanmış, sedyede yatıyordum. Dışarıda ailem bekliyordu. Korkuyordum, sonucunda ne olacağını bilmiyordum ama iyileşeceğime dair ufacık da olsa bir umut vardı artık. Doktorum elimi tutarak, “güven bana, iyi olacaksın” dedi.” İyi olacağız” dedim dolan gözlerimle. “Biz İyi olacağız.”
Narkoz verilmeden önce, “Hadi bakalım, saymaya başla! Derin bir uykuya yatacaksın,” dedi doktorum.
 “Bir yılan… İki yılan… Üç yı-lan… Dört yıll-lannn… Beş yılll…”
Uyumadan önce öldürebildiğim kadar yılan öldürmeye başladım.




Mar: Yılan anlamına gelmektedir. Sinsi, hain insanlar için kullanılan bir sıfat olarak da tanımlanır aynı zamanda. İkinci anlamı ilkinden daha korkunçtur. Çünkü onlar her yerlerdedirler. Ustaca hayatın içine, aramıza karışırlar. Biz gerçek yüzlerini görünceye dek, zehirlerini ustaca kanımıza enjekte etmişlerdir. Kendilerini en iyi gizledikleri yer çocukların saf, masum dünyalarıdır. O dünyaya girdiklerinde, çocukların sevgiye ve ilgiye ne kadar aç olduklarını gördüklerinde, kendileri için sonsuz besin kaynağını bulmuş olurlar ve yıllarca bu kaynaktan acımasızca beslenebilirler.

Venom: Yılan zehri demektir. Zehre maruz kalan kişide ilk görülen belirti his kaybıdır. Zehir kısa sürede bütün organları etkisi altına alarak kişiyi felç eder. Zehirlenen hayatta ilerleyemez bu sebeple. Bedensel olarak büyüse de ruhsal olarak zehirlendiği yaşta kalır. Hayat boyu o ilk ısırığın acısını duyumsar, yılanın bu denli kendisine yanaşmasına izin verdiği için yaşamı süresince kendinden, saflığından nefret ederek, hayatı kendisiyle bir savaş alanına çevirir. Genelde bütün zehirlenmeler ölümle sonuçlanır. Tıbben bu ölüm tespit edilemese de, ruhen kişi ilk ısırıldığı anda ölmüştür. Canlı insanlarla karşılaştırıldığında bu ölüm ilk bakışta kendini belli etmeyebilir. Ancak kişiyle yakın temasta olanlar özel bir duyarlılık gösterdiği takdirde kısa sürede bunu fark edebilirler. Zehirlenme sonucu ölen kişileri yaşayanlardan ayıran en belirgin özellikler günden güne azalan yaşama isteği, hayattan ve insanlardan nefret etme, dalgın, düşünceli, içine kapanık halleri, melankolik yapıları gereği gösterdikleri yoğun karamsarlık ve göz kenarlarında her an düşmeye hazır iki damla yaştır.


Tiryak: Panzehir anlamına gelmektedir. Konusu geçen zehirlenmenin panzehiri ise sabır, sevgi ve ilgidir. Zehirlenme ne kadar çabuk fark edilip o kadar erken müdahale yapılırsa iyileşme o derecede yüksek olur. Hayatla bağı kopan kişiyi yeniden hayata bağlamak için sevdiklerinin bağ görevi görmesi gerekebilir genellikle. Bu meşakkatli bir iştir, yıllarca emek verilmesi gerekebilir ve her zaman başarı elde edilemeyebilir. Geç fark edilen zehirlenmelerde kişinin ruhu derin yaralar aldığı için, diğer insanlardan farklı tutumlar sergileyebilir, yaşadığı içsel acıyı dışavurumunda çeşitlilik gösterebilir. Bu durumlarda psikolojik destek almak, ilaç doktor, hastane üçgeni içinde yaraların iyileşmesi için tedaviye başlanması gerekebilir. Toplum tarafından anlaşılamayan ve hatta çoğu zaman dışlanıp, deli damgası vurulan bu insanların yeniden hayata dâhil olması için diğer insanların özverili olmaları, onları anlamak mümkün değilse bile, anlamaya çalışmaları gerekmektedir. Unutmayalım ki yaşımız kaç olursa olsun, savunmasız, korunmasız olduğumuz bir anda çatal bir dille karşılaşabilir, o insanların yaşadıklarına, belki de daha kötülerine maruz kalabiliriz. Çünkü dünya bir yılan inidir ve belki de en yakınımız ya da en yakınlarımızda olan biri sinsice beklemektedir bizi sokmak için.


                                                                                                                                                             Fatoş Kara