Melankolik Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Melankolik Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Ben bir Kere Ölmüştüm

Ben bir kere ölmüştüm. Kederden örülmüş duvarların yıkıntıları altına gömülmüştüm. O gün bu gündür aranızda yaşıyor taklidi yaparak gezindim, siz bilmediniz. Bilmediniz acının kıymık kıymık yüreğime nasıl batıp kanattığını, gözlerimden kanlı yaşlar aktığını. Ayaküstü sohbetlerle, sahte tebessümlerle ve yapay nasılsın sözleriyle geçiştirdiniz bana olan ilginizi. Sevginiz de, ilginiz de sizin kadar sahteydi, çünkü ölü olduğumu hiç görmediniz.
Ben bir kere ölmüştüm. Göz çukurlarımdaki bir mezara gömülmüştüm. Hayallerimi, umutlarımı çocukluğumdan kalma bir uçurtmanın kuyruğuna bağlayıp çok uzaklara sürmüştüm. Bitmeyen acılarım için geçmeyen geceler boyunca ben tek başıma üzülmüştüm. Acı dolu çığlıklarımı duymayınca siz, aranızda yaşıyor taklidi yaparak gezinmekten vazgeçip tekrar kendimi öldürmüştüm.
Ben, sahte sevgileri, iki yüzlü dostlukları, yalanı görüp yaşadıkça, tekrar tekrar ölmüştüm. Kaç tabut taşıdım omuzlarımda, kaç ben’in mezarı var yüreğimde bilemezsiniz.
Bilmeyin hiç!
Nasıl öldüğümü de, nasıl yeniden dirildiğimi de hiç bilmeyin siz…

25 Haziran 2016 Cumartesi

Yalnızlık ve Gece

Gecenin en karanlık anında yağmurda ıslanmış bir sokak köpeği gibi yapayalnızken, yüzeysel bir ‘nasılsın’ sözüyle başlayan konuşmalar ne kadar da zavallı bir yalnızlık içinde olduğumuzu bir kez daha hatırlatır bize. Bir önceki günün bugünden farkını kim ayırabilir ki? Hep aynı hüzünlü şarkılar, ezberlediğimiz aşk şiirleri, belleğimizde silinmeye yüz tutmuş mutlu günlerin fotoğrafları… Uyku ilaçlarıyla uyuma çabaları, bazen onlara rağmen uyuyamama sıkıntıları kara bir büyü gibi çöreklenir üstümüze. Göğüs kafesine hapsolmuş yürek çırpınmaktan yorgun düşer.
Tekrar, tekrar ve tekrar aynı sarmal.
Birine anlatılsa? Konuşulsa biriyle? Açıklansa her şeyiyle?
Mümkün müdür kelimelerin sesine hapsolmuş olanı anlatmak?
Neyi, nereye kadar anlatabilir insan? Neyi, ne kadar anlayabilir insan?
Susmak gerekmez mi böyle zamanlarda? Susmanın erdemine sığınmak en büyük sığınağımız olmaz mı?
Gittikçe mahzunlaşıp içine çekilen gözlerdeki kederin nedeni kime nasıl anlatılabilir ki?
Belki de en iyisi susmak.
Susmak ve sessiz kalınan her anda bir yolun daha kapanmasına seyirci kalmak, bir köprünün daha yakılmasına göz yummak ve bütün gemileri ateşe vermek….

23 Haziran 2016 Perşembe

Melankolik Yazılar I

İnsan ona, insan buna, insan herkese ama insan en çokta kendine kızmıyor mu bazı noktalarda?
Bazı noktalarda en büyük kötülüğü biz kendimize yapmıyor muyuz?
Abartılan sevgiler, hak edilmeyen değerler, fazla önemsemeler, hiçbir şeyi boş verememeler.
Hayat içimizden, insanlar hayatımızın içinden geçip gidiyor. İçimizden ne mevsimler, ne kurak kışlar, ne serin yazlar, ne acayip hevesler geçiyor. Ani tökezlemeler, ani düşüşler, ani dibe çöküşler yaşıyoruz. Dizlerimiz, dilimiz, elimiz, ama en çok da gururumuz kanıyor. Tahammülümüz en ince yerinden kırılıyor.
Yaşayarak kaç kez deneyimlesek de bunları, kendimizi koruyamıyoruz. Çünkü her seferinde aynı tuzağa itiyoruz kendimizi. Bu yüzden en çok kendimize kızıyoruz.
Bazen yorgun bir fil, bazen bacağı kırılmış bir köpek, bazen ıslak ve yılgın bir kedi gibi hissediyoruz kendimizi.
Çünkü hayattan çok, çünkü insanlardan çok, çünkü en çok da aşk yoruyor seveni.
Gözün takılıyor baş ucunda yuva kuran örümceğe bazen, bakıyorsun o bile senden daha mutludur, çünkü eşini yemiştir, çünkü hayvanlar boyun eğmez insanlar gibi. Bu yüzden hayvanlar daha mutludur. Biz ise kendine vuran, dişe geçen o yumruğu severiz. Bizim üstümüzde denense de, gördüğümüz bu güce bağımlıyız..
Bazen her şeyin farkına varıyorum ben, bazen hiçbir şeyin farkında olamıyorum. Bazen geliyorlar bana ekseriyetle, ben ekseriyetle bir yerden dönüyor oluyorum. Kıyısından bir ayrılığın, ucundan bir uçurumun, üzüntünün orta yerinden, öfkenin zirvesinden...
İşte gene döndüm ben bir yerlerden. işte gene yorgunum, gene olmaması gereken ama olmuş bir şeyin yorgunuyum. Yapmayı hiç istemediğim işler, konuşmak istemediğim konular birikti iyice. Ama mevsim yaz, hava sıcak. Terle birlikte insanın yüzüne yapışan hüzün, çıkmıyor ki silmekle. 

.Ben bugün böyle, anlaşılması zor, saçma ama gerçek, komik ama acıklı şeyler düşündüm, genelde ben hep lüzumsuz şeyler düşünürüm.
Ben bir peri kızı olup dünyaya iyilik dağıtmak isterdim küçükken ama sıradışı sayılamayacak kadar sıradan bir insan oldum büyüyünce ve kafamın içinde beni tepeden dibe itekleyen melankolim yüzünden yazıyorum.
Biliyorum hiçbir işe yaramadığını ama yazıyorum.
Depresyonla yaşamak zor, belki de bu zorluğun üstesinden yazarak geldiğimi sanıyorum.
Belki de ben yok’um, yazarak var olmaya çalışıyorum.

22 Haziran 2016 Çarşamba

Zaman ve Kadın

Bir zamanlar size çok uzak gibi görünse de, o zamanın geldiğini, gençliğinizde olmayı düşlediğiniz o kadın olmaya başladığınızı görüyorsunuz. Unutuyorsunuz unutulması gereken birçok şeyi yoluyla yordamıyla. Geçmişinize dair ne gurur, ne de hoşnutsuzluk duyuyorsunuz. Acıyan yerlerinizin olup olmadığını anlamak için daldırıyorsunuz elinizi içinize. Bazı sızılar hala varsa da, geçmişin ağırlığını atmış, hafiflemiş hissediyorsunuz kendinizi. Verdiğiniz mücadelelerden zaferle çıkmamış olsanız da, vuruşmuşsunuz gücünüz yettiğince, yenilgi değil de yorgunluk üzerinizdeki, anlıyorsunuz.

Biliyorsunuz, her kadın yorulur zaman ilerledikçe. Durulur, dinginleşir duyguları, eski gözü karalığı kalmaz. Söner heyecanları, yabancı birine baktığı gibi bakar aynadan eski kendine. Hayatının sağlamasını yapar. Çözer kadınlık sırlarını, gözyaşlarını ardında bırakır, sevilmeye fazla gereksinim duymadan, sadece sevmekle yetinebilir. Zamanınızın geldiğini görüyorsunuz siz de. Bir zamanlar olmayı düşlediğiniz kadın olmaya başladığınızı görüyorsunuz. Bu modelin size uyup uymadığına aldırış etmeden alışıyorsunuz bu yeni Siz’e. Olgunluğu nitelendiren bütün iyi niyetli davranış ve sözcükleri yerleştiriyorsunuz hayatınızın içine. Tekdüze, oldukça derli toplu, dikkatli, olabilirlikler karşısında fazla hoşgörülü yeni bir hayata adım atıyorsunuz. Dudağınızın bir kenarında ince bir tebessüm, diğer tarafında ağlamamak için kendinizi tutmanızdan kaynaklanan hafif bir titreme. Kabul etmek istemeseniz de, biliyorsunuz, "YAŞLANIYORSUNUZ..".

17 Haziran 2016 Cuma

Bana İstediğimi Sor


          İlk ne zaman büyüdüğümü fark ettim, ilk ne zaman büyümek zorunda bırakıldım sorulmadı bana.
          İlk neye, niçin, kime ağladığım, ilk beyaz ne zaman düştü saçıma sormadı kimse. İlk ihanete uğradığımda ne hissettiğim, ilk ne zaman ölmek istediğim. İlk intiharımı neden gerçekleştirdiğim, yoğun bakımda gözlerimi ilk açtığımda neler söylediğim kimsenin umurunda olmadı hiç. On parmağım da sorunsuz işlevini görürken, neden tek serçe parmağımla hayata dokunduğum, yaşamak için tutunduğum hayallere erişemeden neden yok olduğum kimsenin ilgisini çekmedi. Alkole, sigaraya düşkünlüğüm yadırgandı, kızıldı da neden içtiğimin kimse farkına varmadı. Gereksiz ne kadar soru varsa soruldu da, konuşurken sesimin çatallaşması, gözlerimin hep bir noktaya dalması, bunca olumsuzluğa rağmen neden yüzümde hep bir gülümsemenin olması sorulmadı.

         Detay sevmeyen hiç kimse ile anlaşamıyorum bu yüzden. Oldukça huzursuzum, çokça mutsuz. kimsenin işine yaramayacak ne kadar lüzumsuz soru varsa sordular çünkü.
Din, mezhep, memleket, eğitim, aile, iş, çevre, yaş....
Üst mü, alt tabaka mı diye, bizden mi ötekilerden mi diye ayrıştırmak için ehemmiyetsiz ne kadar soru varsa hepsini teker teker  sordular.
         Ya parasıyla beni ezmek yanımda oldular  ya da yoksulluğunu bende görüp gerçeklerle yüzleşmek istemedikleri için kaçtılar hep.
          Ya egoları kucaklarında beni dinlediler ya da salya akıtarak elde etmek istediler.
        Ya bizden değilsin diye dışlandım ya da “bu da bizden” diye yapmacık sevgi gösterisiyle sarılıp sarmalandım.

         Bana çayımı ne yöne karıştırdığım sorulmadı. Böylelikle çayı şekersiz içtiğim hiç bilinmedi.

         Bana en sevdiğim meyve, en sevdiğim renk, en sevdiğim kitap/yazar, en çok gitmek istediğim ülke, günün en çok hangi saatini sevdiğim, varsa bir idealim sorulsun isterdim.
Doğru cevap için doğru sorular sormak gerekli çünkü.
Bir insanı tanımak doğru sorularla mümkündür ancak, nüans aramakla ve her insan ayrıntılarda gizlidir, verdiği cevaplarda.

         Ah, ne yazık ki kimse kimseyi bulmak istemiyor artık.

6 Ekim 2014 Pazartesi

Beni Anlama


“Seni anlıyorum” dedi ve  ‘klik!’ bütün kapılar üzerime kilitlendi o anda.

           
Bazen karşımızdakinden duymak istediğimiz tam olarak bu değildir. Kendimizi uzun uzadıya anlatmak isteriz, anlaşılmak değil. İki kelime ile ifade ettiklerimizle değil, o zamana kadar anlatamadıklarımızın dinlenmesini, dinleyen kişinin bizi önemsediğini görmeyi isteriz sadece. Kendimizi mahpus ettiğimiz hapishanenin parmaklıkları arasından kaçıp kurtulmak isteriz sözcükler vasıtasıyla. Öyle hemen şıp diye değil, aça aça, deşe deşe anlatmak isteriz içimizdekileri. Çok şey değil sadece dinlenmek,  can kulağıyla dinlenmek… Bazen yüzde belli belirsiz bir hüzünle, bazen ılık bir gülümseyişle… İyi kötü yanlarımızı, can yakan anılarımızı paylaşmak isteriz karşımızdakiyle. Pat diye anlaşılmak değildir istediğimiz. Ulu orta, sere serpe dökmek isteriz yüreğimizin dehlizlerinde gizlediklerimizi.

Sorular sorulsun isteriz. Çünkü sorulan her soru, içimizde uzayıp giden karanlık sokakları aydınlatmanın bir yoludur aslında. Tek başımıza kaybolup gittiğimiz o köhne sokaklarda şimdi bir başına değil, bir dostun desteğiyle tökezlemeden yürümenin mutluluğunu verir sorular. Bazen verilecek bir cevabı olmasa da, göz göze kurulan bir temas verilecek onca yanıttan daha değerlidir o anda. Kendinizi bulmanızı, yorumlamanızı, yargılamanızı sağlar sorular.  Bir şey daha, bir şey daha sorsun istersiniz karşınızdaki kişi. Durup düşünmenizi, ben ne yaptım/yapıyorum’u sorgulamanızı sağlar verdiğiniz her cevap. Her soru kendinden sonra gelecek bir sonraki soruyu barındırır içinde ve verilen her cevap o ana kadar sıkı sıkı kapadığınız bir kapıyı aralamanızı, kapalı kapılar ardına sakladığınız kendinizi gün ışığına çıkarmanızı sağlar.

Sıradan bir  ‘Nasılsın, iyi misin?’ yerine, ‘Neler yapıyorsun, kendini nasıl hissediyorsun?’u duymak,  ‘Anladım’ın yerine’ sessiz sedasız dinlendiğimizi görmek isteriz biz daima. Bizim derdimiz, anlaşılmaktan çok dinlenmektir aslında.

Biz kim miyiz?

Biz, “Anladım” diye geçiştirdiğiniz, anlatılacak daha çok şey varken lafı ağzına tıktığınız, aslında hiç anlamadığınız kişileriz.




5 Ekim 2014 Pazar

Bana Bir Yalan Söyle



Bana geçmişimi unutturacak bir yalan söylemek istemişimdir daima.


Yaşadıklarımı unutturacak, yaşadığımı unutturacak, önemsiz bir ayrıntıyı söyler gibi söyleyebileceğim bir yalan söylemeyi kurmuşumdur hep. Öncelikle şaşırtıcı ve inandırıcı olmalı, ben bile inanmalıyım doğruluğuna. Aşırı merak uyandırmalı, biraz da mahremiyet içermeli ki fazlaca soru sorulmasın, soran olursa da hafiften mahcubiyet duysun, sorduğu sorular için içi içini yesin. Evet yesin.


Çok düşünmüş ve istemişimdir bunu ama söyleyememişimdir asla. Hayır, öyle ahlaki kaygılarla değil. Hayatı yalansız yaşadığım için ise hiç değil. Katiyen değil.


Bir yalanın üretilip serpilmesi için uygun fırsatları yakalayamadığım, yalanın kurgusallığını ve insan yapımı doğasını bizzat kendi yaşamımda uygulayamadığım,  bu beceriye sahip olamadığım için belki de.
Evet kesinlikle öyle...

3 Ekim 2014 Cuma

Yaşa(yama)mak

Bu kahpe çağda puşt bir kaderdir şimdi yaşamak
Yalnızlığımla sarılıyorum bir ekim sabahına daha
Yaşamak diyorum, yaşamak
Böyle olmamalıydı.
Mutsuzluk sarıyorum dört bir yanıma
Çirkin yüzlerini gördükçe insanların
Susuyorum. Anlatmıyorum uzun uzadıya dertlerimi
Kırıldığım yerden incitiyorum en masum yanlarımı
Unutmaya çalışıyorum bana dikte edilen o namussuz kederi
Bir çay daha koyuyorum yalnızlığıma

Şimdi çayı daha çok seviyorum

2 Ekim 2014 Perşembe

Annem ve Hayat




                                                 Önce rahminden kopardı beni
                                                 Sonra memeden kesip attı
                                                 Doyamadan kucağına, kaldırıp dünyaya fırlattı
                                                 Hep terk etmeleri öğretti annem bana
                                                 Sevip sarılmak yoktu tabiatında 
                                                 Şimdi sarılmayı denesem de hayata
                                                 Onun kızıyım ben, ondan kalan kötü bir kopya

25 Eylül 2014 Perşembe

AH BU YALNIZLIK!



Gözlerimi açıyorum, her taraf zifiri karanlık.
Eminim bu bir kâbus değil, çünkü kâbus bile bu kadar karanlık olamaz.
Kaç saattir burada, bu şekilde yattığımı bilemiyorum. Bir an belimin kopmuş olduğu hissine kapılıyorum, belden aşağı yanım yok olmuş sanki. Kıpırdamaya çalışıyorum ama mümkün değil, öylesine acı çekiyorum ki kıpırtısız bir şekilde karanlığa dikiyorum gözlerimi. Ürkütüyor beni karanlık.

Bir an çocukluğum geliyor aklıma. Çok korkardım o zaman karanlıktan. Özellikle de yağmurlu günlerde şimşek çakarken. Annemin yanına gidip korkularımı dile getirmek, beni sakinleştirmesini istemek arzusu duyardım ama hiçbir zaman yapamazdım. Çünkü annem çocukça korkulara anlayış gösterecek duyarlılıkta bir kadın değildi. O yaşlarda öğrenmiştim yalnızlığı, korkularımla yalnız başa çıkmayı. Korkularımla başa çıkmanın kendimce bir yolunu bulup perdeyi aralayarak her şimşek çakışta etrafın nasıl da aydınlandığını görmeyi  eğlenceli bir oyun hale getirmiştim kendimce. Zamanla bu oyun hoşuma da gitmeye başlamıştı. Her tarafın bir anda aydınlanması müthiş bir haz veriyordu. Şimşeğin çıkardığı o korkunç sesi ise Allah’ın insanlara kükremesi, varlığını bu şekilde fark ettirmek istemesi olarak düşünüyordum. Ben daha çocuktum, Allah’ı kızdıracak bir şeyler yapmış olamazdım. Komşuların bahçesinden erik çalmak ve annemin bazı sözlerini dinlemeyip yaptığım yaramazlıklar dışında günahım yoktu. Allah bunun için bana kızmış, kükremiş olamazdı elbette. O yüzden bu kükremeyi kendi üstüme alınmayıp korkularımı böylece yenmiştim. Hatta bazı yağmurlu gecelerde şimşek çakarken saklıca dışarı çıkıp o müthiş anı izlediğim bile oluyordu.

O zamandan bu geceye kadar ilk kez karanlıktan korkmuştum. Duyduğum bu korkuya anlam veremiyordum. Bir kâbus görerek mi uyandım, onun mu etkisiyle böyle korkuyorum diye düşündüm ama ne bir rüya ne de kâbus görmüştüm. Sadece belimdeki acı ile uyanmıştım. Baktığım karanlık büyüdükçe büyüyor beni içine çekiyordu. Böyle korkular duyan kadınların kolunu uzatıp yanındaki adamı uyandırması, onun ışığı yakarak ve sarılıp sakinleştirerek korkularını gidermesini belki de ilk kez kıskandım. Gurur duyduğum yalnızlığım bu gece canımı acıtmaya başladı. Ah, keşke kalkıp ışığı yakacak biri olsaydı yanımda!


Sonra yan odada yatan kızım geldi aklıma, ona seslenmek istedim ama çenem kilitlenmiş gibi.  Bana ait olmadığına yemin edebileceğim hırıltıdan başka ses çıkaramadım ağzımdan. Bir anda ayakucumda şarjda takılı telefonumu anımsadım. Belki kendimi zorlayabilirsem ona ulaşabilir, kızımı arayarak uyandırabilirim diye düşündüm. Belimdeki acı dayanılmaz bir hal alıyordu kıpırdamaya çalıştıkça. Bütün gücümü toplayarak, çektiğim acıyı duyumsamamak için başka şeyler düşünerek, yatakta sürünerek telefonuma ulaştım. Tam kızımın numarasını çevirecekken, ona bunu yapmaya hakkım olmadığını düşündüm. Yan odada yatan annesinin telefonla aramasının ardında ciddi bir sorun olacağını düşünüp korkacak, hem sabah işe gidecek, uykusu bölünsün, uykusuz kalmasın istedim. Rehberime baktım konuşacak, korkumu bana unutturacak bir isim aradım ama kimseyi arayamadım. Kimseyi o kadar yakın görmedim kendime. Telefonun el feneri olduğunu hatırlayıp onu açarak karanlığı bir nebze de olsa aydınlattım Korkum biraz da  olsa azaldı. Belimdeki acı hala dayanılmaz. Bu acıyla sabahı edemeyeceğimi biliyorum. Var gücümle kendimi zorlayarak, sürüne sürüne kalktım yataktan. Duvardan tutunarak önce ışığı açtım ve sonra el feneri yardımı ile salona gidip oranın ışığını açtım. İlaçlarıma ulaşınca zafer kazanmışçasına mutlu oldum. Ağrı kesici, kas gevşetici ilacımı ve belime sürmem gereken jeli alıp gene duvara tutuna tutuna mutfağa gidip su alarak ilaçlarımı içtim. Jeli de sürdükten sonra tekrar odama döndüm. Bu sefer ışığı kapatmadan yatağıma girip ve uzun süren düşüncelerin ardından uykuya daldım.

24 Eylül 2014 Çarşamba

BİR ÖMRÜN ÖZETİ



    Kıçımıza şaplağı yiyerek doğduğumuz o ilk an.  Annemiz ve bizim için bitmeyen geceler. Her ağlamada süt vermeler, kucağa almalar, sallamalar… Acaba gazı mı var şüphesi, bir yeri mi ağrıyor endişesi. Kucaktan kucağa, sevilerek geçirilen bebeklik evresi. Anlamaya çalışan, soran gözlerle bakılarak geçirilen iki yıl. Konuşma çabası, yeni kelimeler öğrenme hevesi, büyükler tarafından sevgiyle karşılanan, gülünen, yanlış kurulan cümlelerin hoş edası…

    Okul denen hapishanenin açılış günü... Yeni ayakkabı, çanta ve önlükle ilk okul heyecanı. Sınıf atladıkça yaşanan karşılıklı heyecanlar, çıkan ilk ergenlik sivilceleriyle birlikte aile hegemonyasına baş kaldırmalar. Yaşanan ilk platonik aşklar. Ellerin titrediği, yüzlerin kızardığı bakışmalar. Kalbin pır pır atma zamanları, el ele dolaşma anları. Bunalıma sahip olma hakkı, asilik dönemi, bireyselliği elde etme savaşı. Aileye başkaldırma; ilk yalanlar, saklı içilen biralar, kaçamak tüttürülen sigaralar…

    Biz büyüdükçe büyüyen gelecek kaygıları. Adam olunup olunamayacağına karar verilen o büyük sınav. Politik düşüncelere akıl yormalar, idealler,ideolojiler, ne üdüğü belirsiz olan şeyler uğruna göze alınan fedakârlıklar.  Genç kızlıktan kadınlığa atılan  adımla birey olma kavramı arasında pişirilen yemekler. Evlenecek helal süt emmiş kız bulma arayışları…


    Diğer taraftan gayri resmi eğitimlilerin kahve köşelerinde memleketi kurtarma tartışmaları. 68 kuşağına özentilerinin özeti, kurumların işlerini görmediğini bilme erdemine ulaşma başarısı. Vakit geçirme mantığı ile bir araya gelinip,  başka özgürlüklere terfi etmeyi isteme hastalıkları. Büyüme hacmine kapılarak para kazanma arzusuyla iş bulma girişimlerinde karşılarındaki varlığa yaranma çabaları.

    Kurulan yuvalar. Mantık zincirinde zorla sürdürülen evlilikler. İhanetler. Boşanmalar. Kaybolmaya başlayan hayatlar. Yapmak istedikleriyle değil yapabildikleriyle yetinme antrenmanları.  Güçsüzlük. Yorgunluk. Yılgınlık.

    Yola çıkarken seni başarılar diyarına götürecek, sana çok büyük mutluluklar vaat eden ideallerin yerle bir oluşunu umutsuzca izlemenin acısı. Her şeye rağmen yaşama tutunma çabası.  Kaçamak mutluluklar, sigara, alkol, seks, üçkâğıtçılık, yiyip içme, hayallerden vazgeçmeme, tanrıya bugün ki gün için şükretme…

    Farkına varamadan geçen yıllar. Yaşlılık. Torun sevme sefası,  “ben sizin yaşınızdayken…” terminolojisi. Gerçekleşmeyen hayalleri sözcüklerle yaşatmanın yolları, aileye karşı üstlendiğimiz sorumluluk denen kamburun günden güne ağırlaşması. Pişmanlıkların verdiği kalpte ritim bozukluğu, ruhsal sorunların yarattığı uykusuz gecelerin yorgunluğu, acı ve mutsuzlukla uyanılan sabahların mahmurluğu.


    Ve nihai son: teneşirde yatarken kendin için yaşamışçasına, çok mutlu olmuşçasına gülümseyerek verdiğin, senden geriye kalan o son poz.


21 Eylül 2014 Pazar

İNTİHAR: ACI, MUTSUZLUK, YALNIZLIK VE NİHAİ SON


    Beethoven son derece etkilenmiş olarak müziğini dinleyen tecrübesiz bir kemancıya dinlediği müziğin sadece kendi duygularını yansıttığını anlatır.” Besteci ne hissediyorsa müziği de odur der: “Sevgi, nefret, acı, telaş, umut... her şey”.

   Yaşamı boyunca sağlık problemleri çeken Beethoven 1801’de işitme problemleri yaşamaya başlamış ve 1817’de tamamen sağır olmuştur.
Sağır olmak, bir müzikçi için, felâketlerin en büyüğü değil midir? Ama Beethoven, sıkıntıları atlatmayı başardı; bir kere intihara kalkıştıktan sonra, en büyük eserlerini besteledi. Ve sessizliğe, yalnızlığa gömülmüş, bestelediği müziği artık ancak kafasının içinde dinleyebilen bu müzikçi, insanlığa ses yoluyla olağanüstü bir kardeşlik ve mutluluk bildirisi aktarmıştır: Schiller'in bir şiiri üzerine bestelediği Neşeye Övgü. Bu onun ünlü 9. Senfoni'siydi. En çok bilinen ve Avrupa Birliği marşı da olan en çarpıcı senfonisi 9. senfonisidir.

    İşte bu yüzden 9. Senfoni acılar içinde geçen, ölüme giden yola karşı  bir duruş olarak çağdan çağa aktırılarak, her çeşit dinleyicinin kulaklarını sahibinin haykırışıyla çınlatır  "Ben Vardım".

    Notalar sonsuza kadar akıp gitse de ve her nota ölümü hissettirse de o ana ulaşabilmenin yılgınlığıyla yaşıyoruz birçoğumuz. Niye çekelim tüm kanlı acıları, çaresiz mücadeleleri, irili ufaklı kaygıları ve tüm bu ümitsizlik içinde nasıl bulabiliriz hayata bağlanacak umudu? Oysa nasıl da ölüyüz yalnızken. Yorgun, soğuk ve yapayalnızız aslında hepimiz. Birçoğumuz bu duruma dayanamayıp intihar eder, intiharı düşünmeyip yaşanan tüm acılara göğüs gerenler ise ya hasta olana ya da ülkemizin ölüm yaşı ortalamasına yaklaştığında hatta geçtiği zaman ölümü düşünüp hissederler. Bazıları ise çağlar boyunca değişik inançlarda sık rastlanan yeniden doğmaya olan inançlarıyla ölüm korkusunu bertaraf etmeye çalışırlar. Bu onların buldukları oldukça kurnaz bir yoldur bana göre. Hayat sanki çok güzel bir şeymiş gibi yeniden ve yeniden dünyaya gelmek; kedi, köpek, soylu biri ve/ya dilenci olmak. Bir zamanlar kelebekken hamamböceği, soyluyken bir dilenci olduğunu bilemeden bitevi bir şekilde tekrar tekrar yaşamak.

    Che Guevara "Bir sınıf olarak aydınların görevi intihar etmektir" demiş. Bence tüm insanlar intihar etmeli. Ancak o zaman var olduğumuzu ispatlamanın bir yolunu bulmuş oluruz. Yok olmak. Sonsuza kadar hiç olmak… Çünkü var olan bir şey yok olduğunda ancak bir zamanlar var olduğunu hissedip yokluğunu duyumsarız.

    Siz bu satırları okurken intihar etmiş olabilmeyi çok isterdim ancak büyük ihtimalle yaşıyor olacağım. Yorgun, soğuk, yapayalnız ve ölümle kol kola… Çünkü intihar yaşadığım karmaşa içinde bir taraftan kaçış- kimilerine göre zayıflık- bir taraftan da cesaret istiyor. Sanırım bugün bu cesareti gösteremeyeceğim.

     Durkheim üç çeşit intihardan bahseder:

  Egoist intiharda kişinin çevresiyle zayıf bağları vardır, bu kişiler kendilerini diğer insanlardan ayrı, kopuk ve desteksiz hissederler.

   Altrustik intihar ise tam tersine sosyal talebe cevaptır, kişi grubuna çok fazla bağlıdır, kendisini toplumuna adar ve önemli olan toplumun iyiliğidir (Japonların hara-kiri eylemi bunun örneğidir)

     Anomik intihar ise kişinin sosyal ilişkilerindeki ani değişim sonucu ortaya çıkar. 

    Sebebi ne olursa olsun intihar etmek edebiyattan sinemaya, müzikten resme sanatın her dalında özel ilgi görmüştür. İntihar eden bir sanatçıysa ölümü de mutlaka sanatsal olur. Kurt Cobain ardında son derece duyarlı bir mektup bırakır. Marilyn Monroe'nun intiharı sır perdelerinin ardına gömülür, Nilgün Marmara sadeliği seçer ama ardında bıraktığı eserleri tartışmalarla devam eder, en yakın tarihte intihar eden Robin Williams ise ardından bir sürü cevapsız soru bırakır ve bu liste uzar gider.

    Oysa intihar eden kişi sıradan, sade bir kişi ise sebebi de sıradanlaşır.  Zavallı, aciz, güçsüz olarak görülür. Ne ünlülerde olduğu gibi methiyeler dizilir ardından, ne sevgi mesajları yağar sosyal medyadan, ne de adına şiirler yazılır. Depresyondaydı, sevdiği kızı alamadı, iflas etti, hayatta hiçbir istediği olmadığı için mutsuzluktan intihar etti denilerek, ölüm şekli kınanarak,  üzerine serpilen toprakla unutulup giderler.