Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Eylül 2016 Pazar

Aşk ne midir?

Aşk, damlatan musluktaki ha düştü ha düşecek bir su damlasının eğreti duruşu, anlık oluşu gibi bir şeydir. 
Bir göz açıp kapama anında elinizden akıp gider. Ve siz öylece, çaresizce bakıp kalırsınız ardından.

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Mutlu Bir güne Dair

      Mutlu uyuyup, mutlu uyanacak kadar şanslıyım bugünlerde. Dakika farkıyla kaçırdığım otobüse, son sigaramın istenmesine, vitrinde görüp beğendiğim elbisenin istediğim bedeninin tükenmesine, yeni sürdüğüm ojeli tırnağımın bir yere değmesine, uykumun en güzel yerinde alarmın çalmasına gülüp geçecek kadar da neşeliyim üstelik. 
       Söz dilime değmeden, yaş gözüme düşmeden bilip beni anlayacak, sevgisiyle sarıp sarmalayacak birine sahibim çünkü. sebepsiz yere gülecek, dilimden aşk şarkılarını düşürmeyecek, yaşadığıma şükredecek kadar mutluyum ben bugünlerde.

28 Haziran 2016 Salı

İki Yüzlü Tanrı ve Çok Yüzlü Kulları Üzerine



Maske takmak gizlenmek için yüzü, kimliği, ifadeyi ya da ifade edilemeyeni diğerlerinden saklamak için kullandığımız davranış biçimidir. Gizlenmek çoğu zaman vahşî doğada akıllıca bir davranıştır. Canlının yaşamını uzatır, onu av olmaktan korur ama insan doğasında değişik görünüş kazanabilmek için maske takıp gizlenmek, apayrı bir konu ve önemli bir kaygı kaynağı olmanın yanı sıra kişiyi avcı konumuna düşürür.

Hepimiz hayat boyu en az bir kez olsun toplum içinde ortama uygun bir maske takmak zorunda kalmışızdır. Yetiştirilme biçimimizden kaynaklanan, büyüklerimiz tarafından öğrendiğimiz, kabul edilme ihtiyacımızı karşıladığını düşündüğümüz maskelere zaman zaman ihtiyaç duymuşuzdur. Çocukluktan başlayan kendi olamama durumu, büyüklerin onayını alma kaygısı ile ilk masum maskelerimizi çocuk yaşlarda takınmaya başlayarak, bunu hayatımızın çeşitli kesitlerinde sık sık uygulamışızdır. Bunun yanı sıra bir pazar yerini andıracak kadar çeşitliliğe sahip, her ihtiyaca uygun, her türden, her an alıcısı olan bu maskelerden kullanan da dâhil herkes şikâyetçidir.

Dünyada her şey akıl almaz hızla değişirken, her türlü durağanlığı tamamen dışlamış durumdayız. Aynaya baktığımızda aynı kişiyi görmeye, hatta kendi yüzümüzdeki ifadeyle ikinci kez karşılaşmaya bile tahammül edemeyiz çoğumuz. Durum böyle olunca, yüzlerimizdeki değişim hızı da farklı boyutlarda sürüyor ve değişik maskeler edinmek zorunda kalıyoruz.

Oysa kendi olamamak, gerçek kendini gösterememek, maskelerin arkasına saklanarak yaşamak zorunda kalmak çok meşakkatli bir iştir. Kişiyi mutsuz eder, içinde sürekli bir huzursuzluk hali ile ne istediğini, kim olduğunu bilmeyecek duruma getirir. Kişi maske takarak farkına varmadan kendine yaptığı bu kötülüğün yanı sıra bir de çevresi tarafından dışlanır, yalnızlaşır.

Buna rağmen hayatı boyunca maskelerle dolaşan insanlar vardır, bunca şeyin üstesinden gelerek o maskeleri hala çıkarmayışları takdire şayan bir davranıştır doğrusu.

İnsanlardaki bu iki- belki de bir kaç- yüzlülüğü sorgularken,  asıl sorulması gereken soru şu olabilir:
 Belki de aynı şeyleri görmekten sıkıldığı için binlerce kez evreni değiştiren yaratıcı, kendini de değiştirmiş midir? Yani Tanrı, o eski bildik, tanıdık Tanrı mıdır hala?

Onun da bizler gibi, kendini herkese farklı gösterdiği maskeleri var mıdır acaba?

27 Haziran 2016 Pazartesi

İçmek ya da İçmemek

"Küllük bulunmayan bir eve girdiğimde huzursuzluk duyar ve korkarım" der Lin Yutang, "Oda düzenli ve çok temizdir, örtüler yerlerinde, insanlar doğru ve duygusuz olmaya çalışırlar. Ve ben hemen en iyi davranışlarımı takınırım. Yani en rahatsızlık verenlerini..."
Maggin ise "puro içen hiç kimse intihar etmedi" der. Pipo içen birisinin de karısıyla kavga ettiği görülmemiştir. Çok basitir nedeni: ağzında pipoyu tutmaya çalışırken, bir diğerinden daha yüksek sesle bağırıp çağırmak olası değildir ki!

Uyku tutmayan bir sonbahar gecesi dışarıda sağanak yağmur yağarken, çıtır çıtır yanan sobanızın başında, kediniz kucağınızda geçmişi yâd ederken sadece bir sigara eşlik edebilir o anınıza. Ya da sıcak bir yaz gecesinde, bir deniz kenarında, ılık esen rüzgar yüzünüzü yalayıp geçerken, anılar da kalbinizi şöyle bir yoklar. Bir tane, bir tane daha ve bir tane daha...Sırdaşınızdır sigara, en özel anlarınızı paylaştığınız arkadaşınız. Yalnız kalmak istediğiniz zamanlarda bile yalnız bırakmasını istemediğiniz yegane dost.

Sigara içmeyenler içenlerin sigaradan aldığı tinsel etkileri bilip takdir edemezler ve sigara içenlere ikinci sınıf insan muamelesi yaparlar. Onlara göre sigara içmek karakter zafiyetinin bir belirtisidir ve melankolinin başlıca tanılarından biridir. Kendilerinin daha güçlü iradeli, daha üstün ahlaklı olduğunu ve övünecek bir şeyleri olduğunu düşünürlerken insanlığın en büyük zevklerinden birisini kaçırdıklarını hiç fark etmezler. Oysa sigara içmek, dünyanın olanca acımasızlığı, hayatın çekilmez yükü ve yaşadığınız kötülüklerin tümünü son nefesimizi çektiğimiz sigaranın izmaritini küllüğümüzde ezerek söndürdürürken yok etmeye çalışmaktır bir bakıma

19 Haziran 2016 Pazar

Babanız Varsa Eğer


Babası ölenlerden af dilereyerek....


Bir babanız varsa eğer,
Yüzünüze keder öyle her istediğinde gelip oturamaz çünkü bir baba evlâdını en iyi tanıyandır. Kederin gölgesi düşer düşmez yüzünüze, tüm sebepleri kaldırır ortadan. Dudağında bir tebessüm, içinde kocaman bir sevgiyle sarılır size. Yeryüzündeki bütün dert ve sıkıntılar yok olur o anda. Çünkü baba, bir süngerin suyu çektiği gibi çeker alır tüm üzüntü ve dertleri kendine.(Araştırmayın boşuna, babanın bu doğaüstü gücü nereden, nasıl aldığını asla bulamazsınız. Ta ki bir çocuğunuz oluncaya kadar...)

Bir babanız varsa eğer,
Mucizelerin varlığını görüp yaşayarak kabul edersiniz çünkü her babanın sihirli bir değneği vardır. İmkânsızı başarır, olmazları oldurur sizin için. Meselâ bir baba asla parasız kalmaz. Değdirdiğinde sihirli değneğini cebine, boş olduğunu bildiğiniz cüzdanı istediğiniz bir şeyi alabilecek kadar parayla dolar. (Bir arkadaşından borç almak ya da bir/kaç faturayı ertesi aya sarkıtmak bu sihrin bir parçasıdır ama baba, asla sihrin formülünü vermez çocuğuna. Nasılsa bu sihirli değnek, çocuğu olduğu ilk gün verilecektir her babaya)

Bir babanız varsa eğer,
Korkusuzca, sere-serpe kurulup oturursunuz hayatın orta yerine. Siz görmeseniz de, babanız daima etrafınızdadır. Pençelerini çıkarmış bir şekilde dolaşır, gelen her türlü tehlikeyi ve tehlikeli insanları sizden uzaklaştırır. (Bir baba görünmezliğin sırrını çözmüştür evlâdı için ama siz bu sırra o anda nail olamaz, ancak baba olunca varırsınız.)

Bir babanız varsa eğer,
Asla karanlıkta kalmazsınız. Şafağa varmayacağını bildiğiniz en karanlık gecelerinizi ışığıyla aydınlatır babanız. Dolayısıyla karanlıktan hiç korkmazsınız. (Bir ışık kaynağı olarak baba, bilimsel araştırmalara konu olmalıdır)

Bir babanız varsa eğer,
Yanıldığınızda, yorulduğunuzda, yenilginin tam orta yerinde durduğunuzu hissettiğinizde onu daima yanınızda bulursunuz. Gerekirse savaşır sizin yerinize. Kendi kişisel hayatı mağlûbiyetlerle dolu olsa bile, her baba evlâdı için verdiği savaşta galip gelir. (Bkz: Gazeteler, kitaplar, filmler, haberler...)

Bir babanız varsa eğer,
Yalnızlığın, mutsuzluğun ve dahi umutsuzluğun o karanlık dehlizlerinde asla gezmezsiniz çünkü babanızın eli daima üstünüzdedir. Ne zaman düşecek olsanız o karanlık dipsiz boşluğa, sizi anında çekip alır. ( Bu gibi durumlara hazırlıklıdır her baba, işte bu yüzden yüreğinde daima sağlam bir halat taşır)

2 Kasım 2014 Pazar

Homunculus: Kadın olmadan spermle bebek yaratma tekniği

Latince insancık,  küçük insan anlamındaki kelime  1400'lü yılarda Paracelsus tarafından ortaya atılmış bir kuramdır. Bu kurama göre spermin içinde tamamen gelişmiş fakat çok küçük boyutlarda bir insan vardır. Cinsel birleşme ile bu insancık anneye geçer, orada büyür ve doğar. O çağda bazı simyacılar anne olmadan sadece spermle çocuk büyütmenin yollarını aramışlardır ve büyük ortaçağ hekimi Paracelsus, o çağın simyacıları arasında pek yaygın bir konu olan insan yapma konusunda hatırı sayılır ayrıntıda bir tarif vermektedir bize:

"Bir adamın menisini kırk gün boyunca çürümüş at gübresi ile birlikte hava geçirmez biçimde mühürlenmiş bir şişenin içinde çürümeye bırakın. Ve gözle kolayca görülebilecek bir biçimde yaşamaya, hareket etmeye ve kımıldamaya başlayıncaya kadar orada tutun. Bu zaman süresinden sonra, bir ölçüde insan gibi olacak, ama saydam ve vücutsuz olacaktır. Eğer bundan sonra, her gün dikkatle ve özenle insan kanı ile beslenir ve kırk gün daha at gübresinin ısısında tutulmaya devam edilirse, belli bir sürenin sonunda hakiki ve yaşayan bir bebek haline gelecektir. Bu bebeğin bir kadından doğmuş bir bebekte bulunan tüm organları vardır, ama daha küçüktürler. Buna Homunculus adı verilir. Artık geriye onun büyük bir dikkat ve itinayla eğitilmesi, zeka belirtileri ortaya çıkana kadar bu eğitiminsürdürülmesi kalmaktadır."

Günümüzde ise bu kavram anatomide kullanılmaktadır. Motor ve duysal sinir sonlanmalarının çokluğuna göre çizlimiş bir insan resmidir. Beynin içinde bedenin haritasını çıkarmak için kullanılır. Kişisel deneyimler, kültürel belirlenimler ve psikolojik etkenlerle birlikte beden imgesini oluşturur. En basit deyimle, beyinde nesneleri ve olayları algılayıp kararları verdiği düşünülen küçük insan, içimizdeki insan.

Organların büyüklüğü sinir sonlanmalarının sayısıyla doğru orantılıdır. Buna göre dudakcinsel organgöz ve el gibi daha hassas olan beden kısımları daha büyük beyin bölgeleriyle temsil edilir. Kol, bacak ve sırt gibi daha az duyarlı olan beden kısımlarımızın beyindeki bölgeleri daha küçüktür. Araştırmaları hala sürdüren bilim adamları her Homunculus’un elbette ki farklılıklar göstereceğini soyluyor tıpkı insanlardaki gibi. Yaralanma, sakatlanma, kişisel donanımlara göre Homunculus’un organları büyür veya küçülür.  Gözleri görmeyen bir insanın beyninde işaret parmağının yerinin daha büyük bir yer kapladığı, solak insanların sol ellerinin daha büyük bir yer kapladığı aşikârdır. 50'li yıllara kıyasla ellerin ve parmakların Homunculus figüründe daha az abartılı, buna karşın dudak ve baş daha büyük yapılıyor. Ayrıca cinsel organlarda 50’li yıllardan daha büyük bir yer kaplıyor beynimizde.

Homunculus’un erkek olmasına gelince, bilim adamları kadınlar ve erkekler üzerinde çalışmalarına rağmen kadınlara ait verilerin beyindeki bölgelerinin yerlerinin eksik kalması sebebiyle  -örn; meme- erkek figürde karar kılmışlar. Yakın bir zamanda onların da keşfedileceği tahmin ediliyor.


Kanadalı bir nöroloji cerrahı bu bilgilerden yola çıkarak bir figür yaratınca 1950'de ilk duyusal Homunculus ortaya çıkmıştır. Homunculus şimdi gerçek boyutlarıyla Nürnberg deneme müzesinde sergilenmektedir.
                                           



31 Ekim 2014 Cuma

Kadınım, Öyleyse Varım

Kadın olmak doğuştan hayata bir sıfır mağlup olmaktır aslında. Hele ki ilk çocuk olarak doğmuşsanız. Önce babanın sonra diğer aile üyelerinin buruk bakışları arasında dünya gözünüzü açarsınız. Anne de bir kadındır ve sizi sevgisiyle sarıp sarmalasa da, o da içten içe erkek olmadığınız için hayıflanır. Çünkü günümüzde bile erkek çocuk doğur­mak ailenin ve cemiyetin sevgisini ve takdirini kazanmaya yardımcı olur.

“Kız olduğunuz için pembeli cicili bicili, zaman zaman da komik kıyafetleri, ponponlu dantelli çorapları giymek zorunda kalırsınız. Henüz seçme şansınız yoktur. Büyüdükçe durum değişmez. Erkeklerden ayrı tutulursunuz daima. Erkek gibi giyinme, erkek gibi konuşma, erkek gibi davranma ikazları ile karşılaşırsınız sürekli. Erkeklerden farklı olduğunuz hatırlatılır durmadan. Onlar kadar özgür olamayacağınız çok ufak yaşlarda beyninize işlenir ve önce aile içinde başlayan bu ayrımcılık ileriki yaşlarda toplumca desteklenir.


Derken okul çağı gelir. Orada da durum farklı değildir. Yaşıtınız erkek çocukları tarafından horlanır oyunlara alınmaz, sen kızsın diye bir kenara itilebilirsiniz. Oysaki elinize bebek tutuşturmak yerine top verilse kim bilir belki de sizde onların büyürken ne düşündükleri konusunda bir fikir sahibi olabileceksinizdir. Ama yapılmaz, ev aletlerinin minyatürleri, evcilik oyuncakları size,  arabalar ise erkeğe... Kızların arabası erkeklerin bebekleri olamaz asla.

Ortaokul lise derken çizgiyi zorlayarak kapağı üniversiteye attıysanız ne ala. Çünkü  “kızlar okuyup ta ne olacak” zihniyeti ile yozlaşmış toplumda okumak başlı başına bir savaştır adeta. Okulu bitirince kendinizi kanıtlamak, iş hayatında bir yer edinebilmek ise işin en zor kısmıdır. Erkeklerin hakim olduğu iş hayatında başarılı olmak, olduğunuz yeri koruyabilmek ayrı bir çaba ister. Bu arada ister okumuş olun ister okumamış belli başlı işleri bilmek zorundasınız. Yemek yapmak, dantel işlemek, ütü, çamaşır, bulaşık… Aklınıza gelebilecek her tür ev işi evlendiğinizde üzerinize yıkılacağı için bunları bilmek zorunluluğunuz vardır. Çok küçük yaşlarda oyuncak adı altında alınan minyatür ev gereçleri sayesinde bu işlere aşinasınızdır aslında. Görev bilinciniz 3-4 yaşından itibaren anne babalarınız tarafından itina ile aşılanmıştır size.

İş hayatınız yoksa ise erken yaşlarda evlenmek zorunda bırakılabilirsiniz. Yoksa toplumca  kız kurusu diye adlandırılmaktan, dedikodulara malzeme olmaktan ve acınan bakışlardan kurtuluşunuz olmaz. Büyük şehirde kadın olmak demek,  her zaman bakımlı ve çekici olmak demektir aynı zamanda. Kremler, parfümler, güzellik ürünleri, diyet reçeteleri hangi yaşta olursa olsun bunlar kadınlığın vazgeçilmezi olurlar. Kırsal kesimlerde durum çok farklıdır. Yaşı kaç olursa olsunlar bağ, bahçe işlerine koşturmak zorundadır kadın. Evine döndüğünde ise çocuklarıyla, ev işleriyle zamanının tamamını doldurup kendine vakit ayıramamaktadırlar.


Kadınlar için evlilik ev işleri, çocuk bakmak, çalışmakla sınırlı kalmaz.  Eğer evliyseniz sadece  kocanızı değil onun ailesini de memnun etme zorunluluğunuz vardır. Her iki aileyi de idare etmek size düşer. Kadınlığın bir vazife olarak görüldüğü toplumda vazifenizi her ne kadar başarı ile yerine getirseniz de kocanızın geçireceği yaş bunalımlarında ikinci kadınlarla uğraşmak durumunda da kalabilirsiniz. İhanet durumlarında toplumun erkeğe karşı tutumu inanılmaz şekilde hoş görülüdür. Elinin kiridir denir ve namus cinayetleri yüzünden öldürülen onca kadının aksine erkeğin namussuzluğu erkeklik simgesi gibi yüceltilir bazı kesimlerce.

Derken gelin eş anne üçgenini tamamladıktan sonra yaşınız kemale ermiştir. Ama onunla da bitmez zaman, anneanne babaanne gibi sıfatları da isminizin arkasına ekler. Yolu tamamlarsınız. Eğer huzur ve mutluluk hayatınıza hâkim olabilmiş ise ne mutlu, yoksa yılların yorgunu beyaz saçlarınızı süpürge yaptım diye yakınmaktan başka yapacağınız bir şey yoktur.

Roller… Roller… Roller.. İyi anne, cici kız, üretken kadın,  uysal yönetici, çalışkan ve ucuz işçi. Erkeğe göre memelerinden süt akıtan ve aynı memeler şehvet ve arzu uyandıran bir bereket tanrıçasıdır kadın.

Uzun lafın kısası kendi içinde bir savaştır insan hayatı. Bırakın elde silahlarla çarpışmayı, sadece hayatı olduğu gibi, saçma ve akıl almaz kurallarıyla kabullenmek bile başlı başına ciddi bir savaştır. Kadınların binlerce yıldır verdiği savaş ise ne tarihe altın harflerle kazınmış bir meydan muharebesi, ne de topla tüfekle yazılmış bir destandır.  Tüm baskı tarihi ve şekilleri arasında hiçbir baskı, kadınlara yönelik olanlar kadar etkin, yaygın, kültürler arası ve uzun süreli olmamıştır. Sistematik bir oyun gibidir kadın olmak. Hem doğal hem de sinsi olunmalı yoksa sistem sizi yakalar ve deşifre eder. Kafkaesk bir romanda böcek olmak gibi bir şeydir kadın olmak: Birisinin anası, bir diğerinin kızı, birinin sevgilisi, ötekinin karısı, berikinin metresi olmak ve hepsinin bitmek bilmeyen arzularını doyurmaya çalışmak, ama onları doyururken kendi olamamak. Kendi kurallarından çok sistemin koyduğu kurallarla oynamak. Bu yüzden beğenmekten çok beğenilmek ister kadın, çünkü toplum ve  sistem tarafından varlığının ve benliğinin başkaları tarafından onaylanmasına ihtiyaç duyurulmuştur daima. Başkalarının benliğine mahkûm edilen kadın sonunda patlar. En iyisi onu patlamayacak kadar kendine güvensiz, mümkünse bir embesil yapmaktır.  Bu yüzden erkekler tarafından“Sen yapamazsın”lar, “Beceremezsin”ler, “Düşünemezsin”ler işlenir kadının beynine.


Çok derinlerinde, belki kadın da sapık olmak ister. Röntgencilik, teşhircilik veya tecavüz gibi cinsel sapkınlıkların kadınlarda görülme oranı o kadar azdır ki, bu tip hastalıklara sadece erkek hastalığı olarak bakılır. Ama neden? Diye sorarsanız doğru dürüst cevap almanız çok zordur. Belki on yıllar sonra “Tamamen genetik” cevabı alınacak. Ama o zaman bile genetik evrimle kültürel evrimin arapsaçı gibi birbirine girmiş olacağını unutmamalıyız.

Bastırılmış cinselliği, yetenekleri, arzuları, hırsları hatta aklıyla şimdi özgür dünyada yerini alıyor kadın. Çok geç değil daha Yirminci yüzyılda haklar alınmaya başlandı; önce politik ve medeni haklar, derken cinsel ve ekonomik haklar. Ama alınan hiçbir hak binyıllardır kafalara kazınanları değiştirmiyor. Namusunu, ahlakını, kimliğini, fantezilerini hala sorgulamak zorunda kadın. Türk toplumsal ve kültürel yapısına genel olarak bakıldığında, tüm reformlara rağmen erkek egemen yapının hala devam ettiği görülmektedir. Kadınların yaptıkları işler “özel” yaşam alanında, dolayısıyla toplumun ortak yaşamının dışında görülür. Günümüzde bile toplumsal faaliyetlerin başında geleneksel cinsiyet rolleri gelmektedir. Bu yüzdendir ki siyasal ve kültürel süreçlere kadınların katılımı oldukça azdır.


Türkiye’de cinsler arasında fırsat eşitsizliği her alanda karşımıza çıkmaktadır. Eğitim alanında dünyada yaşanan hızlı gelişmelere rağmen, dünyanın pek çok bölgesinde kadınların eğitimi konusu hala önemli bir sorundur. Kadınların eğitimi Türkiye için de önemli sorun alanlarından biridir. Türkiye taraf olduğu uluslar arası sözleşmeler ve çekincesiz kabul ettiği uluslararası belgelerde kadın okuryazarlığını yüzde 100 olarak gerçekleştirme sözünü vermiş ancak henüz bu sözünü tutamamıştır. Ülkemizde son 10 yıllık sürece bakıldığında kadının eğitim seviyesinde bir artış gözlenmektedir ve kadınlar daha özgür, modern, güçlü bir şekilde hayata atılmaya başlamıştır. Bu çok farklı bir savaş artık. Hakları kullanma, kendine yol çizme, kendi tavrını belirleme, özgür olma, davranışlarını soru süzgecinden geçirme, var olma yolunda durdurulamaz bir hızla ilerlemektedir kadın.

30 Eylül 2014 Salı

BOYUN EĞİŞİN HİKAYESİ: KADER

Kardeşim yangında öldüğünde konu komşu acımı hafifletmek için mi yoksa gerçekten böyle olduğu için mi “yanarak ölenler cennete giderler, üzülme, o cennetlik” demişlerdi. Bazı kaynaklarca yanarak ölenlerin şehit sayıldığı, dolayısı ile cennetlik oldukları belirtilmekte.


 Peki ya geride kalanlar?


 Kardeşinizi öldüren o alevler her gün yüreğinizi cayır cayır yakarken, siz her gün binlerce kez ölürken sizin yeriniz neresi oluyor ahirettte?


 İşin sırrı levh-i mahfuz ve Lehv-i kalemde!..


  Levh-i-kalem: Üzerine insan kaderinin, olmuş ve olacakların yazılı olduğuna inanılan Tanrısal levhayı; Levh-i- mahfuzu yazan kalem.


 Levh-i mahfuz:  Olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekândaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir İlâhî muhafaza levhası; İlahi ilmin aynası, kaderin defteri.


 Kader ha!


 Her daim yoksul ama dürüst insanların oturduğu gece kondu mahallelerinde -yeni deyimiyle varoşlarda-  oturan insanların son sesle huşu içinde dinlediği;  “Her gün isyanım var benim kadere” diyerek ağızlarında sakız yaptığı, “Baştan yaz şu kaderimi, tanrım beni baştan yarat” diyerek bir mevlit kıvamına getirdiği, bunlar ve kader üstüne yazılmış daha nice şarkı ve türküleri dinleyerek, acılarını hafifletmek için kadere hem bir boyun eğiş sergileyip, hem de kendilerini jiletleyerek, kendilerine acı çektirerek kadere isyan eden insanlar topluluğunun sayısı hiç de az değildir.


  Bir taraf çekilen acıları dayanılır kılmak için kadere boyun eğerken, bir taraf şarkılara  türkülere sığınıp içerek, kendini jiletleyerek, intihara teşebbüs ederek acısını hafifletmeyi deniyor. Acıyı en uç boyutlarda yaşayanlar ya da başka bir tabirle acıya katlanamayanlar ise hastanelere, tımarhanelere yatırılıp, ağrı kesicilerle, uyuşturucularla acılarının hafifletilmesini bekliyor.


 Kistik Fibrozis hastalığına sahip olan Amerikalı performans sanatçısı Bob Flanagal ise hastalığı yüzünden o kadar acı çekiyordur ki, acı ile hastalığını eğitmeyi deneyerek,  gösterilerinde sergilediği penisine çivi çakmak gibi üst düzey mazoşist davranışlar sergilemiştir. Sahnede yaptıkları normal insanlar için tahammül edilemez ve korkunç gelse de, o küçük yaşlarda yaşamak zorunda kaldığı hastalığından dolayı acı kelimesinin anlamını hepimizden iyi biliyordu. Onun çektiği fiziksel ve ruhsal acılar onda insanları acıyla yüzyüze getirme isteği uyandırmıştı. Müslüm baba eşliğinde kendini jiletleyenler onu görseler “herif uçmuş” derler, ama sözün bittiği yerde kendini acı ile ifade etmekle, acıya söz kazandırmak arasında pek bir fark yoktur.


 Kadere tekrar dönecek olursak; kendini salt kaderin kollarına bırakmış biri, Müslüm baba eşliğinde kendini jiletleyen biri ya da gösterilerinde penisine çivi çakan Bob Flanagal arasında hiçbir fark yoktur. Hepsinin amacı aynıdır, çekilen acıyı hafifletmek.  

28 Eylül 2014 Pazar

HANGİ AŞK DOLDURABİLİR DOSTLUĞUN YERİNİ?

                                   

Geceleri korkuyla karşılamak yoktu artık ve tedirgin, yorgun, umutsuz sabahlara uyanmak geride kalmıştı.

Gözgöze gelmeden de sevebilmek sır olmaktan çıkmıştı artık. Ne bir aşkı kaybetmeye ne de yenisini bulmaya gösterilen gayreti göstermiyorduk hiçbirimiz.

Hayatlarımızın müşkül hikâyelerini değiştik önce, define aramayı çoktan bırakmış birbirimizde bulduğumuz cevherleri farkına varıyorduk.

İlk görüşte aşkın büyüsü uzaklaşıyordu tarihimizden, bir yanıp bir sönen deniz feneri gibi seslerimiz yalnız olmadığımızın sinyallerini veriyordu. Yalnız değildik artık biz.

Sadece arkadaş olduğumuzu ezberleyerek unutmaya başladık bazen, bazen dostluğun derin sularında yüzdük.

Aşina olmanın çeşitli anlamlarını yaşıyorduk her gece, her gece hasretle bekliyorduk birbirimizi.

Bir yangında kurtarılacak ilk’lere sahip olmanın telaşını taşıyordu kalplerimiz.

Onsuz yapamayacağımız geceler vardı artık, başka kimse ile paylaşamayacağımız mevzularımız bir de…

Derin bir sevdanın alışık izlerini taşısa da özlemlerimiz, oturtmuştuk adını; dosttuk biz.

Hayatlarımıza başka biri girse eksilmeyecek, biri gitse artmayacak bir beraberliğin eşiğinde oturuyorduk kalp kalbe.

 Dışımızda unutulanlar, içimizde unutmak istediklerimiz, biz hep içiçeydik 

Her gece bizbizeydik





24 Eylül 2014 Çarşamba

AŞK BiR iKTiDAR SAVAŞI MIDIR YOKSA?

Annemim sözünden hiç çıkmazdım ufakken. Beni döver diye korktuğumdan, beni tuvalete kapatmasından ya da dışarı atarak eve girme cezası vermesinden dolayı değil. Beni artık sevmeyeceğinden korkardım. O zamanlar kâbusların en büyüğü buydu benim için. Yaramazlık yaptığımda annemin gözlerinde gördüğüm birkaç dakikalık o soğuk bakış nasıl da içimi ürpertirdi. Yalnızlık duygusuna kapılırdım hemen. Babamın bizi zaten sevmediği kanısına kapılmış, beni tek sevenin annem olduğunu düşünerek onun sevgisini kaybetmekten korkar olmuştum. Yaramazlık yaptığımda çoğu zaman başımı öne eğer, annemle göz göze gelmemeyi seçerdim bu yüzden.

Sevmediğim insanlara kafa tutmak kolaydı hayat boyu ama sevdiğim birinin soğuk bir bakışı ya da sözü beni yerle bir ederdi. Hep sevdiğim o kişiyi kaybetme korkusuna kapılıp içten içe yalnızlık duygusuna bürünürdüm.

Hayat benim için tersten işledi. Yaşıtlarım okula giderken, sokaklarda koşup oynarken, belli bir yaştan sonra sevgilileri ile el ele dolaşırken ben evde iki çocuğuma bakıp büyütmek zorundaydım. Bunların hiç birini zamanında yaşayamadım.

37 yaşından sonra bu özgürlüğümü kazandım. Sevgililerim oldu, uğruna ölümü göze alacak kadar sevdiklerimdi onlar.  Ağızlarından çıkan her kelimeyi tartıp düşündüğüm, onları incitip üzmekten korktuğum, ufak bir göz kırpışlarında telaşa kapıldığım, sevgilerinden yoksun kalmaktan korktuğum… Öylesine söylenmiş bir sözü bile saatlerce hatta günlerce kafamın içinden geçirdiğim, olumlu olumsuz anlamlar çıkarıp kendimi suçladığım zamanlar oldu. Onun gözlerinden akıveren ilgisiz bir bakış içime küçük zehirli oklar gibi saplandı daima. Sonra üzerimizdeki en büyük iktidarı sevginin ve aşkın kurduğunu fark ettim. Kendimi suçlamaktan vazgeçtiğim, sevgi’li’siz de yaşayacağımı anladığımda, onların bana yaptıkları zulmü, sevgiye açlığımı nasıl da suistimal ettiğini gördüm ve terk ettim onları.

Terk etmek de terk edilmekle aynı etkiyi yaratıyordu toplumca. Açıklama yapmaktan kaçındım, derdimi anlatamadım, utandım, yerlere yapışarak ağladım. Bana böylesine acı çektirme gücünü başkasına nasıl verebilmiştim, uzun uzun sorguladım. Neden bir ilşkinin bitmesi, istemediğin, mutlu olmadığın, yok sayıldığın biriyle yaşamak zorunda olasın ki? Neden biten bir ilişkinin ardından suçlu senmişçesine bir kedi yavrusu gibi kaçıp saklanma gereği duyasın ki?

Sonra bunlarla savaşmayı da başardım. Söylenenleri yok saymayı, yalnızlığından yararlanmaya kalkışan kirli bakışları görmemeyi, kendimi yalnız ve sevgisizken de var edebilmeyi… Aşkın büyüsüne kapılan kadının, erkeğin kendi üstünde bir iktidar kurmaya çalıştığını da işte o zamanlar fark ettim. Evet, erkekler tarafından aşk bir iktidar savaşıydı daima ve ben bu savaştan geri çekilmeyi tercih ettim.

Aşık olduğunuz zaman bütün savunma mekanizmanızın stop düğmesine basıveriyorsunuz ve birileri sizinle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaya başlıyor. Bu mudur aşk?
Yoksa kendimizi çıplak, savunmasız, silahsız ruhumuzla önüne koyuverdiğimizde bizi düşman gibi karşılamayıp –sevgilimiz, kocamız, her kim ise- sevgisiyle sarıp sarmalayan mıdır?

Neden bizi üzüp inciten, varlığımızı değersizleştiren insanlara âşık oluruz? İçimizin kuyusuna düşüp de boğulmayan biri ile daha mutlu olabiliriz oysa. Peki, onu nasıl tanıyacağız? Gördüğümüzde onun o olduğunu anlayabilecek miyiz?


Herkes herkese âşık olabilir nihayetinde. Ne mutlu doğru insanı bulabilene, bulamayanlar ise gücü yeten yetene…

22 Eylül 2014 Pazartesi

ABAZANLARIN DİKKATİNE!

Ne zaman duvarımda ya da blogumda cinsel çağrışımlar yapan bir paylaşım yapsam millet, özellikle de erkekler hurra üstüme geliyor. Cinsellik hala tabu olmaktan çıkmamış anlaşılan. İyi de kardeşim sen sevgilinle ya da eşinle abi kardeş gibi mi yaşıyorsun, cinsel ilişkiye girmiyor musun? İkili ilişkilerin(sevgili olma durumu) ve evliliğin temelinde cinsellik yok mu? Bana burada kızarken, kınarken evde eşin 3-4 gün başım ağrıyor bahanesiyle ilişkiye girmediğinde kıyameti koparmaz mısın? Hiçbir şey için değilse bile üremek, çoğalmak, soyumuzu sürdürmek için cinselliğe ihtiyacımız yok mu? Cinsellik insan doğasının bir parçası değil mi? Ağzınıza almaya cesaret edemediğiniz, ben dile getirdiğimde ise beni taşa tuttuğunuz cinsel organlarınız, eliniz, ayağınız, kulağınız ve diğer organlarınız gibi vücudunuzun bir parçası değil mi? Neden onlardan söz etmekten utanıyor ya da utanıyormuş gibi yapıyorsunuz? Eminim ki birçoğunuz cinsellik içeren görüntü gördüğünüzde ya da yazı okuduğunuzda elinizi hemen çüklerinize ( penis diyince daha çok ayıplanıyorum. Çük sanki daha bir masum ifade gibi geldi) götürüp oynamaya başlıyorsunuz. Durum böyle iken neden biri bu konuları konuştuğunda eliniz çükünüzde ona kızıyorsunuz?

Haydi, beyler gerçekçi olalım biraz! Hepiniz de cinselliği konuşmaktan hoşlanıyorsunuz aslında. İki erkek bir araya gelince mutlaka kadınlardan, onlarla nasıl yatıp kalktığınızdan bahsetmiyor musunuz? Cinsel performansınızla hava atmıyor musunuz bir diğerine? Ya da cinsel bir probleminiz olduğunda koştura koştura doktor yolunu tutup bu yetinizi kaybetmekten korkmuyor musunuz?

Duvarımda cinselliği çağrıştıran bir şeyler yazdığımda kem küm eden, özel mesajlardan hakaret eden ya da asılan beyler size diyorum! Duyun beni! O kınadığınız yazılarım var ya, hani blogda yayınladığım “Kendi kendine cinsel hazza ulaşmanın yolları” ve "Soğuk sevişme” baktığımda okunma rekorları kırmış diğer yazılarıma göre. Duvarımda toplumsal içerikli şeyler yazmamı isteyen herifçioğulları aslında girip girip o yazıları okumuş meğerse.


Durum bundan ibaret ve söyleyeceklerim bu kadarla sınırlı olmasa da terbiyem daha fazlasına müsaade etmiyor. Umarım bundan sonra ayağınızı denk alırsınız abazan beyler.  Bu arada tabii ki bu sözlerim bütün erkeklere değil. Zaten kime ne mesaj vermek istediysem sahibi aldı mesajı.

HER ŞEYİN ZAMANI VAR

İncil Vaiz 3’de şöyle der;

Her Şeyin Zamanı Var
        Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zamanı vardır.
Doğmanın zamanı var, ölmenin zamanı var.
       Dikmenin zamanı var, sökmenin zamanı var.
Öldürmenin zamanı var, şifa vermenin zamanı var.
      Yıkmanın zamanı var, yapmanın zamanı var.
      Ağlamanın zamanı var, gülmenin zamanı var.
      Yas tutmanın zamanı var, oynamanın zamanı var.
      Taş atmanın zamanı var, taş toplamanın zamanı var.
      Kucaklaşmanın zamanı var, kucaklaşmamanın zamanı var.”

Zaman mıdır bizi değiştiren yoksa biz miyiz zamana şekil veren?

Zaman kavranması en güç şeylerden birisi değil midir? Oldukça değişken, bir su damlası kadar akışkan, yoğun bir sis kadar durağan ve bazen de bir yağmur bulutu gibi patladı patlayacak olan…

Beklediğiniz bir şey varsa geçmek bilmeyen, mutlu ve tasasız yaşadığınızda yanınızdan
koşar adımlarla geçen. Upuzun, sonsuz bir yoldur zaman ve bizim bu yolda yürüyebildiğimiz ise sadece birkaç adımdır. Şanslı olanlar -belki de onlara göre şanssızlık- uzun yaşayanlar birkaç adım daha fazla yürürler bu yolda.

Geçmişin sonsuzluğundan geleceğin sonsuzluğuna uzanır zaman. Çoğumuza göre bu süre içinde yaşadıklarımız kendi elimizdedir, kendimiz şekillendiririz bize verilen zamanı, kimimize göre ise her semavi dinde olduğu gibi kadere teslimiyet vardır. Yaşanan her şey kaderin bir tecellisidir ve önüne geçilemez. Burada kaderden daha önemli olan şey kaderciliktir.  Çünkü kaderci olan kişinin hayatla başa çıkması daha kolaydır. Onlara göre her şey ta başından itibaren belirlenmiştir ve belirlenmiş bir hayatı yaşamak düşer onlara. Yaşadıklarından, yaptıklarından kaderci olmayanlara göre büyük ölçüde sorumluluk duymazlar, kader deyip geçerler.

Bir tarafta kadere inanan insanlar varken diğer tarafta kadere inanmayan anlık kararların ve basit tesadüflerin hayatın akışını nasıl değiştirdiğiyle ilgilenmeyen, günübirlik yaşayan bir sürü insan var. Kimisi tanrıya ve kadere inanıyor ve hayatın akışını sorgulamıyor, diğerleri ise hiçbir şeye inanmıyor ve  hayatın akışında sorgulamaya değecek bir şey olmadığını düşünmeden yaşıyor; o insanlara göre hayatın akışını düzenleyen hiçbir şey yok, her an her şey değişebilir ve buna şaşırmamak gerek.Yani bir taraftan inananlar bir taraftan inançsızlar… Her iki taraf da anlık kararların ve  tesadüflerin hayatlarımız üzerindeki o muazzam  etkisi üzerine düşünmeyi reddediyor.

Peki ya saylarının çok az olduğunu düşündüğüm, benim gibi arada kalmış insanlar? Tam olarak neye inandığının bilincine varmadan bir şeye inanan insanlar?... Kadere inanmakla inanmamak arasındaki o ince çizgide duranların çoğu işte  bu gruptan geliyor ve basit tesedüflerin ve anlık kararların ne kadar çok şeyi değiştirdiğini düşünen insanlar da bu gruptan çıkıyor.

Zaman demiştik değil mi?

Kalabalık bir dünya, karmaşa, katledilen onca insan, yaşanmış ve hala yaşanan onca savaş, yıkılan onca krallık, elden ele dünyayı dolaşan o kirli paralar, yazılmış ve yazılacak olan onca kitap, kırılılmış binlerce kalp, mutlulukla şerefe kaldırılan kadehler, belki bir sahibi bile olmayan mezar taşları, gökyüzüe uzanan ağaçlar, hergün doğup batan güneş,  doğan onca bebek, gömülmüş veya yakılmış onca beden, acı, hüzün ve gözyaşıdır zaman. Birbirini izleyen hiçbir dakikası birbirine benzemez. Bizi şaşırtan, kandıran kendine bağlayandır zaman. Onun değişkenliğinde bazen şaşkınlıkla, bazen kederle, bazen de mutlulukla dönenir dururuz.

Acınılası bir çabadır bizimkisi, varolmak için verdiğimiz bir çaba. Zaman önümüzde çatal dilli bir yılan gibi uzanıp gider ve kimbilir kaç kişi bu acımasız zaman denen yılanın zehriyle ölüp gitmiştir. Zaman bazen de çıkışı olmayan bir labirenttir. Ve biz çıkış yolunu hiç bulamayız. Geçmişimizle gitgide uzaklaşan hatıralar, geleceğimizin belirsizliği ile, bilinçli ya da bilinçsiz zamana sahip çıkmaya çalışırız. Nafile bir çabadır bizimkisi. Zamanı asla kontrol edemeyiz, yaşadıklarımızı da öyle… İşte bu noktada kaderciler kaderin insafına bırakır kendini, kadere inanmayanlar ise önüne çıkan her zorluğu hayatın akışına bırakıp yaşarlar.

Peki ya benim gibiler?

Tam olarak neye inandığının bilincine varmadan bir şeye inanan insanlar?..
Kadere inanmakla inanmamak arasındaki o ince çizgide duranlar, basit tesedüflerin ve anlık kararların ne kadar çok şeyi değiştirdiğini düşünen insanlar?..

Onlar zamana nasıl karşı koyacaklar, nasıl yaşayacaklar zamanı?



21 Eylül 2014 Pazar

SOĞUK SEVİŞME


Kalan eşyaları sabah yerleştiririm diye düşünüp, gelişi güzel yerleştirilmiş kanepeye uzandı. Yorgunluktan her yerinin ağrıdığını hissediyordu. Oldum olası sevmezdi bu taşınma işlerini. İlk birkaç gün çok yorulacaktı, ama yeni evi ona yeni bir hayatın başlangıcını da getirecekti. Uykusuzluğa ve yorgunluğa yenik düşen göz kapakları yavaş yavaş kapanırken, uykulu gözlerle etrafı süzdü, kalan eşyaları yerleştireceği yerleri zihninde tasarlamaya başladı.

Sabaha karşı ani bir irkinti ile uyandı. Uyku ile uyanıklık arası gördüğü bir düş mü, yoksa gerçek miydi seçemediği bir dokunuş okşuyordu ayaklarını. Gene o geldi, diye geçirdi içinden. Bu onun dokunuşlarıydı, biliyordu. Hep böyle olur olmaz zamanlarda, ansızın geliyordu. İzin almadan, hoşlanıp hoşlanmayacağını sormadan geliyor ve başlıyordu bedenine dokunmaya. Bu sefer ayaklarından başlamıştı ve yavaş yavaş yukarılara doğru çıktığını hissediyordu. Öylesine yorgun ve uykusuzdu ki,  karşı koymaya yetecek gücü bulamıyordu kendinde.  Soğuk nefesi vücudunda dolaşırken tepkisiz bir şekilde kendini tamamen onun ellerine bıraktı. Evet, şimdi yukarılara doğru çıkıyordu, kasıklarındaydı tam da. Dokunmadık hiçbir yerini bırakmıyor, her tarafını yalayarak geçiyordu adeta. Göbeğinden göğsüne doğru süzülürken, üşüme benzeri bir ürpertiyle sarsılarak derin derin nefes almaya başladı. Aldığı her nefeste göğüs kafesi inip kalkıyor, her inip kalkışta onun nefesini göğsünde daha belirgin bir şekilde hissediyordu.

Göğsünde ustaca gezinirken, kendini iyice kaptırdı bu dokunuşlara. İlk başlarda ürperti veren bu dokunuşlar artık hoşuna gidiyordu. Sevişme arzusu arttıkça artıyor, onun dokunuşlarının yetmediğini düşünüp kendi vücudunu okşuyordu şehvetle. Gözlerini kapatmış, bu soğuk sevişmeye teslim olmuştu adeta. Boynundan yukarılara doğru ilerlediğini hissettiğinde, dudaklarını araladı. Her nefeste onu içine çekiyordu. Nefes borusundan ciğerlerine doğru ilerlerken, geçtiği her yerin donduğunu hissetti. Birden” ne yapıyorum ben” dedi kendi kendine. Uykudan açamadığı gözleri fal taşı gibi oldu bir anda. Hızla yattığı yerden kalkıp etrafa şöyle bir göz attı. Açık kalan balkon kapısını fark ettiğinde” tahmin etmeliydim buradan girdiğini” diyerek, kapıyı açık unuttuğu için kızdı kendi kendine. Öfkeyle kapıya doğru gidip çarparak kapattı.


Yerine tekrar uzanıp battaniyesine sımsıkı sarıldığında, hızla uzaklaşan uğultulu sesi geldi kulaklarına. Gülümsedi, “kim bilir şimdi kime gidecek, kiminle sevişecek bu soğuk rüzgâr” diye geçirdi içinden.

Biraz da gülelim :)

20 Eylül 2014 Cumartesi

Bir Dezenfektan Etkisi Olarak Kan


Lady Machbet elindeki çıkması imkansız sandığı kanı temizlemek için kendini
oradan oraya atar, ama bilinen odur ki kan lekesi yıkansa bile çıkmaz, suçluyu ele verir ve ele bulaşmış bir kan bedeli ödenmez bir günahın delilidir.

Yüzyıllardır tanrılara adanan adaklar için akıtılan kan, kurban bayramlarında kesilen kurbanların kanı, komşulara götürülen kanlı et parçaları, kan kardeşliği içi akıtılan kanlar ve gerdek gecesi bakireliğin simgesi olarak akan kan daima kutsal sayılmıştır.

Ama kan akıtmak sadece bu kadarla sınırlı kalmaz. Sudan sebeplerden işlenen cinayetler, kan davaları, töre cinayetleri, devletin terörist diye adlandırdığı (terör için terör yaptığı) onca insandan akan kan ise bir çeşit dezenfektan etkisi yaratmaktadır toplum tarafından. Öyle ya, kan akıtılarak namus temizlenir, çıkan bir kavga sonucu ya da bir kıskançlık krizinde hak savunulur, kan davalarında öç alınır ve devlet tarafından işlenen cinayetlerle ise 'terörist' diye adlandırılan insanlar yeryüzünden kan ile silinmeye, yaşadığımız ülke temizlenmeye çalışılır.

Çok temiz bir ülkeyiz vesselam! Kanın dezenfektan etkisinden yararlanıp her türlü kötülüğü ve pisliği kan ile temizlemeye kalkarız.


“Dişe diş, kana kan, intikam, intikam!” diye bağırırız hep bir ağızdan.

Kendi Kendine Cinsel Hazza Ulaşmanın Yolları

“Hastanelerin özel nörolojik koğuşlarında terapi üniteleri vardır. Bu nöroloji koğuşları vücudun tamamen felçli olduğu ve boyundan aşağı hiçbir tepki vermediği yoğun omurga rahatsızlıklarıyla ilgileniyor.  Rehabilitasyon merkezlerinde, başka şeylerin de yanında, insanlara hem bu durumda nasıl idare edecekleri hem de cinsel zevk yaşamak için vücutlarını yeniden nasıl eğitecekleri öğretiliyor. Bunu insanlara, vücutlarını daha farklı algılamalarını sağlayacak bir işlemle yapıyorlar. Öncelikle insanlara genelde cinsel merkez ya da kösnüllük merkezi olarak görmedikleri kısımlarını öyle görmeyi öğretiyorlar. En ideal bölgelerden biri de çene kemiği altı. Bu bölge fazla temas edilmeyen ama oldukça hassas bir yer. Sonuç olarak insanlara o bölgeye dokunarak doyuma ulaşmayı öğretiyorlar.  Örnek olarak kafasında kel bir noktası olan bir adam oraya dokunarak kendini doyuma ulaştırmayı öğrenmiştir.”



Vücut yüzeyimizin yeniden bir haritasını çıkararak bunu hepimiz kendi çapımızda ufak bir çalışma ile başarabiliriz. Vücudumuzdaki erotik bölgelerinin yerini değişik bir şekilde geliştirebiliriz. Basit bir örnek:  Bir elimizi klitoris bir elimizi penis olarak hayal edip ellerimizi birbirine sürterek doyuma ulaşabiliriz. Ve üstelik bunu pornografik bir durum sergilemeden her yerde yapabiliriz.


Özellikle ülkemizde vücudumuzun bazı yerlerinin kamusal alanda görülmesinin yasak olduğu ve pornografik tanıma girdiği  düşününce yapacağımız bu küçük mastürbasyon gösterisi kuşkusuz pornografiktir ama yasal anlamda öyle bir  ifade taşımıyordurr. Toplu taşıma araçlarında, alışveriş merkezlerinde ve kalabalık diğer ortamlarda avucumuzu birbirine sürterek doyuma ulaşmanın yasal olmayan bir tarafı yok. Ve üstelik sapkınlar, tecavüzcüler için de uygulaması oldukça basit ve kimseye zararı dokunmayan bir yöntemdir bu. Bu yöntemim tecavüz suçlularına öğretilmesi ve dışarı çıktıklarında toplum için bir zarar teşkil etmeyecek duruma getirilmesi gerekmektedir.

19 Eylül 2014 Cuma

UF OLDUM!

“Anne bak uf oldu”
“Dur da, öpeyim geçsin.”


Ne güzel günlerdi o günler değil mi? Yaralarınızı, acıyan yerlerinizi sevgisiyle, şefkatiyle öpüp iyileştiren biri vardı hayatınızda. Size ne olduğunun anlam ifade ettiği,  size kötü bir şeyler olmasının onu derinden üzdüğü, size önem veren, destek olan, varlığınıza bir zarar geldiğinde o zararı onarmada size yardımcı olan biri vardı hayatınızda
.
 Günün birinde büyüdünüz ve bir başına kaldınız hayatta. Kanayan, acıyan yerleriniz günden güne çoğaldı. Ne öpüp iyileştirecek, ne de sevgi ve şefkatiyle sarıp sarmalayacak kimseler yok yanınızda. Çocukluğunuzun o güzel günlerini, annenizin yaralarınızı öpüp iyileştirdiği günler geliyor aklınıza. Fark edilmek istiyorsunuz, birileri varlığınızı, acılarınızı fark etsin… Ulu orta açıyorsunuz bu yüzden yaralarınızı önünüze gelen herkese. Bakın uf oldum diyorsunuz kimsenin duyamayacağı bir sesle. Gören olmuyor, duyan da… Çektiğiniz acıdan daha acı geliyor bu durum. Kolay değil en zayıf yanlarını hiç tanımadığın insanlara göstermek, ulu orta kanayan yanlarını açmak. Ama fark edilmemenin acısı daha da büyük oluyor ve siz, görünmemek, fark edilmemek ne kadar acı olursa olsun, ısrarla birilerin sizi görüp fark etmesini istiyorsunuz. Yaralarınıza daha büyük anlamlar yüklüyor, sanki yaralarınızla var olacakmışsınız hissine kapılıyor ve hiç değilse onlar sayesinde görünebilir olmak istiyorsunuz.

Bu her ne kadar ruhsal olarak acı verse de, acı verici şeyleri beraberinde getirse de, diğer acıdan (varlığın farkına varılmamasından ve hatta tanınmamasından) daha kolay ve katlanılası bir acıya dönüşüyor.

Siz hayat boyu defalarca kez uf oluyorsunuz; acıyorsunuz, kanıyorsunuz, kırılıyorsunuz, büyük hasarlar alıyorsunuz ama hep yalnız kalıyorsunuz. Doğru ya, artık siz bir yetişkinsiniz. Kendi yaralarınızı kendiniz sarmak zorundasınız. Toplum sizden bunu bekliyor. Bunu beklemeyip sizinle ilgilenen, ilgilenmiş gibi yapan kesim ise sizin en yaralı yerinizden yakalayıp yeni yaralar açmak için fırsat kolluyor. Siz ise çocukluğunuzdan kalma o saf masumiyetle size uzatılan her yardım elini sımsıkı tutuyorsunuz. Günün birinde felaketiniz olacağını bile bile üstelik. Çünkü yalnızlık illetinden kurtulmak için her türlü gayri meşru yola başvurmaya hazırsınızdır. Yalnızlık!.. Yalnızlığınız düşeceğiniz en tehlikeli tuzak oluyor ve hayat boyu siz bu tuzağa sayısız kez düşüp duruyorsunuz. Yaralarınıza yara katıyorsunuz ve gene ulu orta yaralarınızı açıp bak uf oldum diyorsunuz. Kimse görmüyor, kimse duymuyor gene sizi. Yalnızlığınızla baş başa kalıyorsunuz her zamanki gibi….