Aşk, damlatan musluktaki ha düştü ha düşecek bir su damlasının eğreti duruşu, anlık oluşu gibi bir şeydir.
Bir göz açıp kapama anında elinizden akıp gider. Ve siz öylece, çaresizce bakıp kalırsınız ardından.
Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
18 Eylül 2016 Pazar
11 Temmuz 2016 Pazartesi
Mutlu Bir güne Dair
Mutlu uyuyup, mutlu uyanacak kadar şanslıyım bugünlerde. Dakika farkıyla kaçırdığım otobüse, son sigaramın istenmesine, vitrinde görüp beğendiğim elbisenin istediğim bedeninin tükenmesine, yeni sürdüğüm ojeli tırnağımın bir yere değmesine, uykumun en güzel yerinde alarmın çalmasına gülüp geçecek kadar da neşeliyim üstelik.
Söz dilime değmeden, yaş gözüme düşmeden bilip beni anlayacak, sevgisiyle sarıp sarmalayacak birine sahibim çünkü. sebepsiz yere gülecek, dilimden aşk şarkılarını düşürmeyecek, yaşadığıma şükredecek kadar mutluyum ben bugünlerde.
Söz dilime değmeden, yaş gözüme düşmeden bilip beni anlayacak, sevgisiyle sarıp sarmalayacak birine sahibim çünkü. sebepsiz yere gülecek, dilimden aşk şarkılarını düşürmeyecek, yaşadığıma şükredecek kadar mutluyum ben bugünlerde.
28 Haziran 2016 Salı
İki Yüzlü Tanrı ve Çok Yüzlü Kulları Üzerine
Maske takmak gizlenmek için yüzü, kimliği, ifadeyi ya da ifade edilemeyeni diğerlerinden saklamak için kullandığımız davranış biçimidir. Gizlenmek çoğu zaman vahşî doğada akıllıca bir davranıştır. Canlının yaşamını uzatır, onu av olmaktan korur ama insan doğasında değişik görünüş kazanabilmek için maske takıp gizlenmek, apayrı bir konu ve önemli bir kaygı kaynağı olmanın yanı sıra kişiyi avcı konumuna düşürür.
Hepimiz hayat boyu en az bir kez olsun toplum içinde ortama uygun bir maske takmak zorunda kalmışızdır. Yetiştirilme biçimimizden kaynaklanan, büyüklerimiz tarafından öğrendiğimiz, kabul edilme ihtiyacımızı karşıladığını düşündüğümüz maskelere zaman zaman ihtiyaç duymuşuzdur. Çocukluktan başlayan kendi olamama durumu, büyüklerin onayını alma kaygısı ile ilk masum maskelerimizi çocuk yaşlarda takınmaya başlayarak, bunu hayatımızın çeşitli kesitlerinde sık sık uygulamışızdır. Bunun yanı sıra bir pazar yerini andıracak kadar çeşitliliğe sahip, her ihtiyaca uygun, her türden, her an alıcısı olan bu maskelerden kullanan da dâhil herkes şikâyetçidir.
Dünyada her şey akıl almaz hızla değişirken, her türlü durağanlığı tamamen dışlamış durumdayız. Aynaya baktığımızda aynı kişiyi görmeye, hatta kendi yüzümüzdeki ifadeyle ikinci kez karşılaşmaya bile tahammül edemeyiz çoğumuz. Durum böyle olunca, yüzlerimizdeki değişim hızı da farklı boyutlarda sürüyor ve değişik maskeler edinmek zorunda kalıyoruz.
Oysa kendi olamamak, gerçek kendini gösterememek, maskelerin arkasına saklanarak yaşamak zorunda kalmak çok meşakkatli bir iştir. Kişiyi mutsuz eder, içinde sürekli bir huzursuzluk hali ile ne istediğini, kim olduğunu bilmeyecek duruma getirir. Kişi maske takarak farkına varmadan kendine yaptığı bu kötülüğün yanı sıra bir de çevresi tarafından dışlanır, yalnızlaşır.
Buna rağmen hayatı boyunca maskelerle dolaşan insanlar vardır, bunca şeyin üstesinden gelerek o maskeleri hala çıkarmayışları takdire şayan bir davranıştır doğrusu.
İnsanlardaki bu iki- belki de bir kaç- yüzlülüğü sorgularken, asıl sorulması gereken soru şu olabilir:
Belki de aynı şeyleri görmekten sıkıldığı için binlerce kez evreni değiştiren yaratıcı, kendini de değiştirmiş midir? Yani Tanrı, o eski bildik, tanıdık Tanrı mıdır hala?
Onun da bizler gibi, kendini herkese farklı gösterdiği maskeleri var mıdır acaba?
27 Haziran 2016 Pazartesi
İçmek ya da İçmemek
"Küllük bulunmayan bir
eve girdiğimde huzursuzluk duyar ve korkarım" der Lin Yutang, "Oda
düzenli ve çok temizdir, örtüler yerlerinde, insanlar doğru ve duygusuz olmaya
çalışırlar. Ve ben hemen en iyi davranışlarımı takınırım. Yani en rahatsızlık
verenlerini..."
Maggin ise "puro içen
hiç kimse intihar etmedi" der. Pipo içen birisinin de karısıyla kavga
ettiği görülmemiştir. Çok basitir nedeni: ağzında pipoyu tutmaya çalışırken,
bir diğerinden daha yüksek sesle bağırıp çağırmak olası
değildir ki!
Uyku tutmayan bir sonbahar
gecesi dışarıda sağanak yağmur yağarken, çıtır çıtır yanan sobanızın başında,
kediniz kucağınızda geçmişi yâd ederken sadece bir sigara eşlik edebilir o
anınıza. Ya da sıcak bir yaz gecesinde, bir deniz kenarında, ılık esen rüzgar yüzünüzü
yalayıp geçerken, anılar da kalbinizi şöyle bir yoklar. Bir tane, bir tane daha
ve bir tane daha...Sırdaşınızdır sigara, en özel anlarınızı paylaştığınız arkadaşınız.
Yalnız kalmak istediğiniz zamanlarda bile yalnız bırakmasını istemediğiniz
yegane dost.
Sigara içmeyenler içenlerin
sigaradan aldığı tinsel etkileri bilip takdir edemezler ve sigara içenlere
ikinci sınıf insan muamelesi yaparlar. Onlara göre sigara içmek karakter
zafiyetinin bir belirtisidir ve melankolinin başlıca tanılarından biridir.
Kendilerinin daha güçlü iradeli, daha üstün ahlaklı olduğunu ve övünecek bir
şeyleri olduğunu düşünürlerken insanlığın en büyük zevklerinden birisini
kaçırdıklarını hiç fark etmezler. Oysa sigara içmek, dünyanın olanca
acımasızlığı, hayatın çekilmez yükü ve yaşadığınız kötülüklerin tümünü son
nefesimizi çektiğimiz sigaranın izmaritini küllüğümüzde ezerek söndürdürürken
yok etmeye çalışmaktır bir bakıma
19 Haziran 2016 Pazar
Babanız Varsa Eğer
Babası ölenlerden af dilereyerek....
Bir babanız varsa eğer,
Yüzünüze keder öyle her istediğinde gelip oturamaz çünkü bir baba evlâdını en iyi tanıyandır. Kederin gölgesi düşer düşmez yüzünüze, tüm sebepleri kaldırır ortadan. Dudağında bir tebessüm, içinde kocaman bir sevgiyle sarılır size. Yeryüzündeki bütün dert ve sıkıntılar yok olur o anda. Çünkü baba, bir süngerin suyu çektiği gibi çeker alır tüm üzüntü ve dertleri kendine.(Araştırmayın boşuna, babanın bu doğaüstü gücü nereden, nasıl aldığını asla bulamazsınız. Ta ki bir çocuğunuz oluncaya kadar...)
Yüzünüze keder öyle her istediğinde gelip oturamaz çünkü bir baba evlâdını en iyi tanıyandır. Kederin gölgesi düşer düşmez yüzünüze, tüm sebepleri kaldırır ortadan. Dudağında bir tebessüm, içinde kocaman bir sevgiyle sarılır size. Yeryüzündeki bütün dert ve sıkıntılar yok olur o anda. Çünkü baba, bir süngerin suyu çektiği gibi çeker alır tüm üzüntü ve dertleri kendine.(Araştırmayın boşuna, babanın bu doğaüstü gücü nereden, nasıl aldığını asla bulamazsınız. Ta ki bir çocuğunuz oluncaya kadar...)
Bir babanız varsa eğer,
Mucizelerin varlığını görüp yaşayarak kabul edersiniz çünkü her babanın sihirli bir değneği vardır. İmkânsızı başarır, olmazları oldurur sizin için. Meselâ bir baba asla parasız kalmaz. Değdirdiğinde sihirli değneğini cebine, boş olduğunu bildiğiniz cüzdanı istediğiniz bir şeyi alabilecek kadar parayla dolar. (Bir arkadaşından borç almak ya da bir/kaç faturayı ertesi aya sarkıtmak bu sihrin bir parçasıdır ama baba, asla sihrin formülünü vermez çocuğuna. Nasılsa bu sihirli değnek, çocuğu olduğu ilk gün verilecektir her babaya)
Mucizelerin varlığını görüp yaşayarak kabul edersiniz çünkü her babanın sihirli bir değneği vardır. İmkânsızı başarır, olmazları oldurur sizin için. Meselâ bir baba asla parasız kalmaz. Değdirdiğinde sihirli değneğini cebine, boş olduğunu bildiğiniz cüzdanı istediğiniz bir şeyi alabilecek kadar parayla dolar. (Bir arkadaşından borç almak ya da bir/kaç faturayı ertesi aya sarkıtmak bu sihrin bir parçasıdır ama baba, asla sihrin formülünü vermez çocuğuna. Nasılsa bu sihirli değnek, çocuğu olduğu ilk gün verilecektir her babaya)
Bir babanız varsa eğer,
Korkusuzca, sere-serpe kurulup oturursunuz hayatın orta yerine. Siz görmeseniz de, babanız daima etrafınızdadır. Pençelerini çıkarmış bir şekilde dolaşır, gelen her türlü tehlikeyi ve tehlikeli insanları sizden uzaklaştırır. (Bir baba görünmezliğin sırrını çözmüştür evlâdı için ama siz bu sırra o anda nail olamaz, ancak baba olunca varırsınız.)
Korkusuzca, sere-serpe kurulup oturursunuz hayatın orta yerine. Siz görmeseniz de, babanız daima etrafınızdadır. Pençelerini çıkarmış bir şekilde dolaşır, gelen her türlü tehlikeyi ve tehlikeli insanları sizden uzaklaştırır. (Bir baba görünmezliğin sırrını çözmüştür evlâdı için ama siz bu sırra o anda nail olamaz, ancak baba olunca varırsınız.)
Bir babanız varsa eğer,
Asla karanlıkta kalmazsınız. Şafağa varmayacağını bildiğiniz en karanlık gecelerinizi ışığıyla aydınlatır babanız. Dolayısıyla karanlıktan hiç korkmazsınız. (Bir ışık kaynağı olarak baba, bilimsel araştırmalara konu olmalıdır)
Asla karanlıkta kalmazsınız. Şafağa varmayacağını bildiğiniz en karanlık gecelerinizi ışığıyla aydınlatır babanız. Dolayısıyla karanlıktan hiç korkmazsınız. (Bir ışık kaynağı olarak baba, bilimsel araştırmalara konu olmalıdır)
Bir babanız varsa eğer,
Yanıldığınızda, yorulduğunuzda, yenilginin tam orta yerinde durduğunuzu hissettiğinizde onu daima yanınızda bulursunuz. Gerekirse savaşır sizin yerinize. Kendi kişisel hayatı mağlûbiyetlerle dolu olsa bile, her baba evlâdı için verdiği savaşta galip gelir. (Bkz: Gazeteler, kitaplar, filmler, haberler...)
Yanıldığınızda, yorulduğunuzda, yenilginin tam orta yerinde durduğunuzu hissettiğinizde onu daima yanınızda bulursunuz. Gerekirse savaşır sizin yerinize. Kendi kişisel hayatı mağlûbiyetlerle dolu olsa bile, her baba evlâdı için verdiği savaşta galip gelir. (Bkz: Gazeteler, kitaplar, filmler, haberler...)
Bir babanız varsa eğer,
Yalnızlığın, mutsuzluğun ve dahi umutsuzluğun o karanlık dehlizlerinde asla gezmezsiniz çünkü babanızın eli daima üstünüzdedir. Ne zaman düşecek olsanız o karanlık dipsiz boşluğa, sizi anında çekip alır. ( Bu gibi durumlara hazırlıklıdır her baba, işte bu yüzden yüreğinde daima sağlam bir halat taşır)
Yalnızlığın, mutsuzluğun ve dahi umutsuzluğun o karanlık dehlizlerinde asla gezmezsiniz çünkü babanızın eli daima üstünüzdedir. Ne zaman düşecek olsanız o karanlık dipsiz boşluğa, sizi anında çekip alır. ( Bu gibi durumlara hazırlıklıdır her baba, işte bu yüzden yüreğinde daima sağlam bir halat taşır)
2 Kasım 2014 Pazar
Homunculus: Kadın olmadan spermle bebek yaratma tekniği
Latince insancık, küçük insan anlamındaki kelime 1400'lü
yılarda Paracelsus tarafından ortaya atılmış bir kuramdır. Bu kurama göre
spermin içinde tamamen gelişmiş fakat çok küçük boyutlarda bir insan vardır.
Cinsel birleşme ile bu insancık anneye geçer, orada büyür ve doğar. O çağda
bazı simyacılar anne olmadan sadece spermle çocuk büyütmenin yollarını
aramışlardır ve büyük ortaçağ hekimi Paracelsus, o çağın simyacıları arasında
pek yaygın bir konu olan insan yapma konusunda hatırı sayılır ayrıntıda bir
tarif vermektedir bize:
"Bir adamın menisini kırk gün boyunca çürümüş at gübresi ile birlikte
hava geçirmez biçimde mühürlenmiş bir şişenin içinde çürümeye bırakın. Ve gözle
kolayca görülebilecek bir biçimde yaşamaya, hareket etmeye ve kımıldamaya
başlayıncaya kadar orada tutun. Bu zaman süresinden sonra, bir ölçüde insan
gibi olacak, ama saydam ve vücutsuz olacaktır. Eğer bundan sonra, her gün
dikkatle ve özenle insan kanı ile beslenir ve kırk gün daha at gübresinin
ısısında tutulmaya devam edilirse, belli bir sürenin sonunda hakiki ve yaşayan
bir bebek haline gelecektir. Bu bebeğin bir kadından doğmuş bir bebekte bulunan
tüm organları vardır, ama daha küçüktürler. Buna Homunculus adı verilir. Artık geriye onun büyük bir dikkat ve itinayla eğitilmesi, zeka belirtileri ortaya çıkana kadar bu eğitiminsürdürülmesi kalmaktadır."
Günümüzde ise bu kavram anatomide kullanılmaktadır. Motor ve duysal sinir
sonlanmalarının çokluğuna göre çizlimiş bir insan resmidir. Beynin içinde bedenin haritasını
çıkarmak için kullanılır. Kişisel deneyimler, kültürel belirlenimler ve
psikolojik etkenlerle birlikte beden imgesini oluşturur. En basit deyimle,
beyinde nesneleri ve olayları algılayıp kararları verdiği düşünülen küçük
insan, içimizdeki insan.
Organların büyüklüğü sinir sonlanmalarının sayısıyla doğru orantılıdır.
Buna göre dudak, cinsel organ, göz ve el gibi daha hassas olan beden
kısımları daha büyük beyin bölgeleriyle temsil edilir. Kol, bacak ve sırt gibi
daha az duyarlı olan beden kısımlarımızın beyindeki bölgeleri daha
küçüktür. Araştırmaları hala sürdüren bilim adamları her Homunculus’un
elbette ki farklılıklar göstereceğini soyluyor tıpkı insanlardaki gibi.
Yaralanma, sakatlanma, kişisel donanımlara göre Homunculus’un organları büyür
veya küçülür. Gözleri görmeyen bir insanın beyninde işaret parmağının
yerinin daha büyük bir yer kapladığı, solak insanların sol ellerinin daha büyük bir yer kapladığı aşikârdır. 50'li
yıllara kıyasla ellerin ve parmakların Homunculus figüründe daha az abartılı,
buna karşın dudak ve baş daha büyük yapılıyor. Ayrıca cinsel organlarda 50’li
yıllardan daha büyük bir yer kaplıyor beynimizde.
Homunculus’un erkek olmasına
gelince, bilim adamları kadınlar ve erkekler üzerinde çalışmalarına rağmen
kadınlara ait verilerin beyindeki bölgelerinin yerlerinin eksik kalması
sebebiyle -örn; meme-
erkek figürde karar kılmışlar. Yakın bir zamanda onların da keşfedileceği
tahmin ediliyor.
Kanadalı bir nöroloji cerrahı bu bilgilerden yola çıkarak bir figür yaratınca 1950'de ilk duyusal Homunculus ortaya çıkmıştır. Homunculus şimdi gerçek boyutlarıyla Nürnberg deneme müzesinde sergilenmektedir.
31 Ekim 2014 Cuma
Kadınım, Öyleyse Varım
Kadın olmak doğuştan hayata bir
sıfır mağlup olmaktır aslında. Hele ki ilk çocuk olarak doğmuşsanız. Önce
babanın sonra diğer aile üyelerinin buruk bakışları arasında dünya gözünüzü
açarsınız. Anne de bir kadındır ve sizi sevgisiyle sarıp sarmalasa da, o da
içten içe erkek olmadığınız için hayıflanır. Çünkü günümüzde bile erkek çocuk doğurmak ailenin ve cemiyetin
sevgisini ve takdirini kazanmaya yardımcı olur.
“Kız olduğunuz için pembeli
cicili bicili, zaman zaman da komik kıyafetleri, ponponlu dantelli çorapları
giymek zorunda kalırsınız. Henüz seçme şansınız yoktur. Büyüdükçe durum
değişmez. Erkeklerden ayrı tutulursunuz daima. Erkek gibi giyinme, erkek gibi
konuşma, erkek gibi davranma ikazları ile karşılaşırsınız sürekli. Erkeklerden
farklı olduğunuz hatırlatılır durmadan. Onlar kadar özgür olamayacağınız çok
ufak yaşlarda beyninize işlenir ve önce aile içinde başlayan bu ayrımcılık
ileriki yaşlarda toplumca desteklenir.
Derken okul çağı gelir. Orada da
durum farklı değildir. Yaşıtınız erkek çocukları tarafından horlanır oyunlara
alınmaz, sen kızsın diye bir kenara itilebilirsiniz. Oysaki elinize bebek
tutuşturmak yerine top verilse kim bilir belki de sizde onların büyürken ne
düşündükleri konusunda bir fikir sahibi olabileceksinizdir. Ama yapılmaz, ev aletlerinin
minyatürleri, evcilik oyuncakları size,
arabalar ise erkeğe... Kızların arabası erkeklerin bebekleri olamaz asla.
Ortaokul lise derken çizgiyi
zorlayarak kapağı üniversiteye attıysanız ne ala. Çünkü “kızlar okuyup ta ne olacak” zihniyeti ile
yozlaşmış toplumda okumak başlı başına bir savaştır adeta. Okulu bitirince
kendinizi kanıtlamak, iş hayatında bir yer edinebilmek ise işin en zor
kısmıdır. Erkeklerin hakim olduğu iş hayatında başarılı olmak, olduğunuz yeri
koruyabilmek ayrı bir çaba ister. Bu arada ister okumuş olun ister okumamış
belli başlı işleri bilmek zorundasınız. Yemek yapmak, dantel işlemek, ütü,
çamaşır, bulaşık… Aklınıza gelebilecek her tür ev işi evlendiğinizde üzerinize
yıkılacağı için bunları bilmek zorunluluğunuz vardır. Çok küçük yaşlarda
oyuncak adı altında alınan minyatür ev gereçleri sayesinde bu işlere
aşinasınızdır aslında. Görev bilinciniz 3-4 yaşından itibaren anne babalarınız
tarafından itina ile aşılanmıştır size.
İş hayatınız yoksa ise erken
yaşlarda evlenmek zorunda bırakılabilirsiniz. Yoksa toplumca kız kurusu diye adlandırılmaktan, dedikodulara
malzeme olmaktan ve acınan bakışlardan kurtuluşunuz olmaz. Büyük şehirde kadın
olmak demek, her zaman bakımlı ve çekici
olmak demektir aynı zamanda. Kremler, parfümler, güzellik ürünleri, diyet
reçeteleri hangi yaşta olursa olsun bunlar kadınlığın vazgeçilmezi olurlar.
Kırsal kesimlerde durum çok farklıdır. Yaşı kaç olursa olsunlar bağ, bahçe işlerine
koşturmak zorundadır kadın. Evine döndüğünde ise çocuklarıyla, ev işleriyle
zamanının tamamını doldurup kendine vakit ayıramamaktadırlar.
Kadınlar için evlilik ev işleri,
çocuk bakmak, çalışmakla sınırlı kalmaz.
Eğer evliyseniz sadece kocanızı
değil onun ailesini de memnun etme zorunluluğunuz vardır. Her iki aileyi de
idare etmek size düşer. Kadınlığın bir vazife olarak görüldüğü toplumda
vazifenizi her ne kadar başarı ile yerine getirseniz de kocanızın geçireceği
yaş bunalımlarında ikinci kadınlarla uğraşmak durumunda da kalabilirsiniz. İhanet
durumlarında toplumun erkeğe karşı tutumu inanılmaz şekilde hoş görülüdür.
Elinin kiridir denir ve namus cinayetleri yüzünden öldürülen onca kadının
aksine erkeğin namussuzluğu erkeklik simgesi gibi yüceltilir bazı kesimlerce.
Derken gelin eş anne üçgenini
tamamladıktan sonra yaşınız kemale ermiştir. Ama onunla da bitmez zaman,
anneanne babaanne gibi sıfatları da isminizin arkasına ekler. Yolu
tamamlarsınız. Eğer huzur ve mutluluk hayatınıza hâkim olabilmiş ise ne mutlu,
yoksa yılların yorgunu beyaz saçlarınızı süpürge yaptım diye yakınmaktan başka
yapacağınız bir şey yoktur.
Roller… Roller… Roller.. İyi
anne, cici kız, üretken kadın, uysal
yönetici, çalışkan ve ucuz işçi. Erkeğe göre memelerinden süt akıtan ve aynı
memeler şehvet ve arzu uyandıran bir bereket tanrıçasıdır kadın.
Uzun lafın kısası kendi içinde
bir savaştır insan hayatı. Bırakın elde silahlarla çarpışmayı, sadece hayatı
olduğu gibi, saçma ve akıl almaz kurallarıyla kabullenmek bile başlı başına
ciddi bir savaştır. Kadınların binlerce yıldır verdiği savaş ise ne tarihe
altın harflerle kazınmış bir meydan muharebesi, ne de topla tüfekle yazılmış
bir destandır. Tüm baskı tarihi ve
şekilleri arasında hiçbir baskı, kadınlara yönelik olanlar kadar etkin, yaygın,
kültürler arası ve uzun süreli olmamıştır. Sistematik bir oyun gibidir kadın
olmak. Hem doğal hem de sinsi olunmalı yoksa sistem sizi yakalar ve deşifre
eder. Kafkaesk bir romanda böcek olmak gibi bir şeydir kadın olmak: Birisinin
anası, bir diğerinin kızı, birinin sevgilisi, ötekinin karısı, berikinin
metresi olmak ve hepsinin bitmek bilmeyen arzularını doyurmaya çalışmak, ama
onları doyururken kendi olamamak. Kendi kurallarından çok sistemin koyduğu
kurallarla oynamak. Bu yüzden beğenmekten çok beğenilmek ister kadın, çünkü toplum
ve sistem tarafından varlığının ve
benliğinin başkaları tarafından onaylanmasına ihtiyaç duyurulmuştur daima.
Başkalarının benliğine mahkûm edilen kadın sonunda patlar. En iyisi onu
patlamayacak kadar kendine güvensiz, mümkünse bir embesil yapmaktır. Bu yüzden erkekler tarafından“Sen
yapamazsın”lar, “Beceremezsin”ler, “Düşünemezsin”ler işlenir kadının beynine.
Çok derinlerinde, belki kadın da
sapık olmak ister. Röntgencilik, teşhircilik veya tecavüz gibi cinsel
sapkınlıkların kadınlarda görülme oranı o kadar azdır ki, bu tip hastalıklara
sadece erkek hastalığı olarak bakılır. Ama neden? Diye sorarsanız doğru dürüst
cevap almanız çok zordur. Belki on yıllar sonra “Tamamen genetik” cevabı
alınacak. Ama o zaman bile genetik evrimle kültürel evrimin arapsaçı gibi
birbirine girmiş olacağını unutmamalıyız.
Bastırılmış
cinselliği, yetenekleri, arzuları, hırsları hatta aklıyla şimdi özgür dünyada
yerini alıyor kadın. Çok geç değil daha Yirminci yüzyılda haklar alınmaya
başlandı; önce politik ve medeni haklar, derken cinsel ve ekonomik haklar. Ama
alınan hiçbir hak binyıllardır kafalara kazınanları değiştirmiyor. Namusunu,
ahlakını, kimliğini, fantezilerini hala sorgulamak zorunda kadın. Türk
toplumsal ve kültürel yapısına genel olarak bakıldığında, tüm reformlara rağmen
erkek egemen yapının hala devam ettiği görülmektedir. Kadınların yaptıkları
işler “özel” yaşam alanında, dolayısıyla toplumun ortak yaşamının dışında görülür.
Günümüzde bile toplumsal faaliyetlerin başında geleneksel cinsiyet rolleri
gelmektedir. Bu yüzdendir ki siyasal ve kültürel süreçlere kadınların katılımı
oldukça azdır.
Türkiye’de
cinsler arasında fırsat eşitsizliği her alanda karşımıza çıkmaktadır. Eğitim
alanında dünyada yaşanan hızlı gelişmelere rağmen, dünyanın pek çok bölgesinde
kadınların eğitimi konusu hala önemli bir sorundur. Kadınların eğitimi Türkiye için
de önemli sorun alanlarından biridir. Türkiye taraf olduğu uluslar arası sözleşmeler
ve çekincesiz kabul ettiği uluslararası belgelerde kadın okuryazarlığını yüzde
100 olarak gerçekleştirme sözünü vermiş ancak henüz bu sözünü tutamamıştır. Ülkemizde
son 10 yıllık sürece bakıldığında kadının eğitim seviyesinde bir artış
gözlenmektedir ve kadınlar daha özgür, modern, güçlü bir şekilde hayata
atılmaya başlamıştır. Bu çok farklı bir savaş artık. Hakları kullanma, kendine
yol çizme, kendi tavrını belirleme, özgür olma, davranışlarını soru süzgecinden
geçirme, var olma yolunda durdurulamaz bir hızla ilerlemektedir kadın.
30 Eylül 2014 Salı
BOYUN EĞİŞİN HİKAYESİ: KADER
Peki ya geride kalanlar?
Kardeşinizi öldüren o alevler her gün yüreğinizi cayır cayır yakarken, siz her gün binlerce kez ölürken sizin yeriniz neresi oluyor ahirettte?
İşin sırrı levh-i mahfuz ve Lehv-i kalemde!..
Levh-i-kalem: Üzerine insan kaderinin, olmuş ve olacakların yazılı olduğuna inanılan Tanrısal levhayı; Levh-i- mahfuzu yazan kalem.
Levh-i mahfuz: Olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekândaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir İlâhî muhafaza levhası; İlahi ilmin aynası, kaderin defteri.
Kader ha!
Her daim yoksul ama dürüst insanların oturduğu gece kondu mahallelerinde -yeni deyimiyle varoşlarda- oturan insanların son sesle huşu içinde dinlediği; “Her gün isyanım var benim kadere” diyerek ağızlarında sakız yaptığı, “Baştan yaz şu kaderimi, tanrım beni baştan yarat” diyerek bir mevlit kıvamına getirdiği, bunlar ve kader üstüne yazılmış daha nice şarkı ve türküleri dinleyerek, acılarını hafifletmek için kadere hem bir boyun eğiş sergileyip, hem de kendilerini jiletleyerek, kendilerine acı çektirerek kadere isyan eden insanlar topluluğunun sayısı hiç de az değildir.
Bir taraf çekilen acıları dayanılır kılmak için kadere boyun eğerken, bir taraf şarkılara türkülere sığınıp içerek, kendini jiletleyerek, intihara teşebbüs ederek acısını hafifletmeyi deniyor. Acıyı en uç boyutlarda yaşayanlar ya da başka bir tabirle acıya katlanamayanlar ise hastanelere, tımarhanelere yatırılıp, ağrı kesicilerle, uyuşturucularla acılarının hafifletilmesini bekliyor.
Kistik Fibrozis hastalığına sahip olan Amerikalı performans sanatçısı Bob Flanagal ise hastalığı yüzünden o kadar acı çekiyordur ki, acı ile hastalığını eğitmeyi deneyerek, gösterilerinde sergilediği penisine çivi çakmak gibi üst düzey mazoşist davranışlar sergilemiştir. Sahnede yaptıkları normal insanlar için tahammül edilemez ve korkunç gelse de, o küçük yaşlarda yaşamak zorunda kaldığı hastalığından dolayı acı kelimesinin anlamını hepimizden iyi biliyordu. Onun çektiği fiziksel ve ruhsal acılar onda insanları acıyla yüzyüze getirme isteği uyandırmıştı. Müslüm baba eşliğinde kendini jiletleyenler onu görseler “herif uçmuş” derler, ama sözün bittiği yerde kendini acı ile ifade etmekle, acıya söz kazandırmak arasında pek bir fark yoktur.
Kadere tekrar dönecek olursak; kendini salt kaderin kollarına bırakmış biri, Müslüm baba eşliğinde kendini jiletleyen biri ya da gösterilerinde penisine çivi çakan Bob Flanagal arasında hiçbir fark yoktur. Hepsinin amacı aynıdır, çekilen acıyı hafifletmek.
28 Eylül 2014 Pazar
HANGİ AŞK DOLDURABİLİR DOSTLUĞUN YERİNİ?
Geceleri
korkuyla karşılamak yoktu artık ve tedirgin, yorgun, umutsuz sabahlara uyanmak
geride kalmıştı.
Gözgöze
gelmeden de sevebilmek sır olmaktan çıkmıştı artık. Ne bir aşkı kaybetmeye ne
de yenisini bulmaya gösterilen gayreti göstermiyorduk hiçbirimiz.
Hayatlarımızın
müşkül hikâyelerini değiştik önce, define aramayı çoktan bırakmış birbirimizde
bulduğumuz cevherleri farkına varıyorduk.
İlk
görüşte aşkın büyüsü uzaklaşıyordu tarihimizden, bir yanıp bir sönen deniz
feneri gibi seslerimiz yalnız olmadığımızın sinyallerini veriyordu. Yalnız değildik
artık biz.
Sadece
arkadaş olduğumuzu ezberleyerek unutmaya başladık bazen, bazen dostluğun derin
sularında yüzdük.
Aşina
olmanın çeşitli anlamlarını yaşıyorduk her gece, her gece hasretle bekliyorduk
birbirimizi.
Bir yangında
kurtarılacak ilk’lere sahip olmanın telaşını taşıyordu kalplerimiz.
Onsuz
yapamayacağımız geceler vardı artık, başka kimse ile paylaşamayacağımız
mevzularımız bir de…
Derin
bir sevdanın alışık izlerini taşısa da özlemlerimiz, oturtmuştuk adını; dosttuk biz.
Hayatlarımıza
başka biri girse eksilmeyecek, biri gitse artmayacak bir beraberliğin eşiğinde oturuyorduk
kalp kalbe.
Dışımızda unutulanlar, içimizde unutmak
istediklerimiz, biz hep içiçeydik
Her
gece bizbizeydik
24 Eylül 2014 Çarşamba
AŞK BiR iKTiDAR SAVAŞI MIDIR YOKSA?
Annemim sözünden hiç çıkmazdım ufakken. Beni döver diye korktuğumdan, beni tuvalete kapatmasından ya da dışarı atarak eve girme cezası vermesinden dolayı değil. Beni artık sevmeyeceğinden korkardım. O zamanlar kâbusların en büyüğü buydu benim için. Yaramazlık yaptığımda annemin gözlerinde gördüğüm birkaç dakikalık o soğuk bakış nasıl da içimi ürpertirdi. Yalnızlık duygusuna kapılırdım hemen. Babamın bizi zaten sevmediği kanısına kapılmış, beni tek sevenin annem olduğunu düşünerek onun sevgisini kaybetmekten korkar olmuştum. Yaramazlık yaptığımda çoğu zaman başımı öne eğer, annemle göz göze gelmemeyi seçerdim bu yüzden.
Sevmediğim insanlara kafa tutmak kolaydı hayat boyu ama sevdiğim birinin soğuk bir bakışı ya da sözü beni yerle bir ederdi. Hep sevdiğim o kişiyi kaybetme korkusuna kapılıp içten içe yalnızlık duygusuna bürünürdüm.
Hayat benim için tersten işledi. Yaşıtlarım okula giderken, sokaklarda koşup oynarken, belli bir yaştan sonra sevgilileri ile el ele dolaşırken ben evde iki çocuğuma bakıp büyütmek zorundaydım. Bunların hiç birini zamanında yaşayamadım.
37 yaşından sonra bu özgürlüğümü kazandım. Sevgililerim oldu, uğruna ölümü göze alacak kadar sevdiklerimdi onlar. Ağızlarından çıkan her kelimeyi tartıp düşündüğüm, onları incitip üzmekten korktuğum, ufak bir göz kırpışlarında telaşa kapıldığım, sevgilerinden yoksun kalmaktan korktuğum… Öylesine söylenmiş bir sözü bile saatlerce hatta günlerce kafamın içinden geçirdiğim, olumlu olumsuz anlamlar çıkarıp kendimi suçladığım zamanlar oldu. Onun gözlerinden akıveren ilgisiz bir bakış içime küçük zehirli oklar gibi saplandı daima. Sonra üzerimizdeki en büyük iktidarı sevginin ve aşkın kurduğunu fark ettim. Kendimi suçlamaktan vazgeçtiğim, sevgi’li’siz de yaşayacağımı anladığımda, onların bana yaptıkları zulmü, sevgiye açlığımı nasıl da suistimal ettiğini gördüm ve terk ettim onları.
Terk etmek de terk edilmekle aynı etkiyi yaratıyordu toplumca. Açıklama yapmaktan kaçındım, derdimi anlatamadım, utandım, yerlere yapışarak ağladım. Bana böylesine acı çektirme gücünü başkasına nasıl verebilmiştim, uzun uzun sorguladım. Neden bir ilşkinin bitmesi, istemediğin, mutlu olmadığın, yok sayıldığın biriyle yaşamak zorunda olasın ki? Neden biten bir ilişkinin ardından suçlu senmişçesine bir kedi yavrusu gibi kaçıp saklanma gereği duyasın ki?
Sonra bunlarla savaşmayı da başardım. Söylenenleri yok saymayı, yalnızlığından yararlanmaya kalkışan kirli bakışları görmemeyi, kendimi yalnız ve sevgisizken de var edebilmeyi… Aşkın büyüsüne kapılan kadının, erkeğin kendi üstünde bir iktidar kurmaya çalıştığını da işte o zamanlar fark ettim. Evet, erkekler tarafından aşk bir iktidar savaşıydı daima ve ben bu savaştan geri çekilmeyi tercih ettim.
Aşık olduğunuz zaman bütün savunma mekanizmanızın stop düğmesine basıveriyorsunuz ve birileri sizinle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaya başlıyor. Bu mudur aşk?
Yoksa kendimizi çıplak, savunmasız, silahsız ruhumuzla önüne koyuverdiğimizde bizi düşman gibi karşılamayıp –sevgilimiz, kocamız, her kim ise- sevgisiyle sarıp sarmalayan mıdır?
Neden bizi üzüp inciten, varlığımızı değersizleştiren insanlara âşık oluruz? İçimizin kuyusuna düşüp de boğulmayan biri ile daha mutlu olabiliriz oysa. Peki, onu nasıl tanıyacağız? Gördüğümüzde onun o olduğunu anlayabilecek miyiz?
Herkes herkese âşık olabilir nihayetinde. Ne mutlu doğru insanı bulabilene, bulamayanlar ise gücü yeten yetene…
Sevmediğim insanlara kafa tutmak kolaydı hayat boyu ama sevdiğim birinin soğuk bir bakışı ya da sözü beni yerle bir ederdi. Hep sevdiğim o kişiyi kaybetme korkusuna kapılıp içten içe yalnızlık duygusuna bürünürdüm.
Hayat benim için tersten işledi. Yaşıtlarım okula giderken, sokaklarda koşup oynarken, belli bir yaştan sonra sevgilileri ile el ele dolaşırken ben evde iki çocuğuma bakıp büyütmek zorundaydım. Bunların hiç birini zamanında yaşayamadım.
37 yaşından sonra bu özgürlüğümü kazandım. Sevgililerim oldu, uğruna ölümü göze alacak kadar sevdiklerimdi onlar. Ağızlarından çıkan her kelimeyi tartıp düşündüğüm, onları incitip üzmekten korktuğum, ufak bir göz kırpışlarında telaşa kapıldığım, sevgilerinden yoksun kalmaktan korktuğum… Öylesine söylenmiş bir sözü bile saatlerce hatta günlerce kafamın içinden geçirdiğim, olumlu olumsuz anlamlar çıkarıp kendimi suçladığım zamanlar oldu. Onun gözlerinden akıveren ilgisiz bir bakış içime küçük zehirli oklar gibi saplandı daima. Sonra üzerimizdeki en büyük iktidarı sevginin ve aşkın kurduğunu fark ettim. Kendimi suçlamaktan vazgeçtiğim, sevgi’li’siz de yaşayacağımı anladığımda, onların bana yaptıkları zulmü, sevgiye açlığımı nasıl da suistimal ettiğini gördüm ve terk ettim onları.
Terk etmek de terk edilmekle aynı etkiyi yaratıyordu toplumca. Açıklama yapmaktan kaçındım, derdimi anlatamadım, utandım, yerlere yapışarak ağladım. Bana böylesine acı çektirme gücünü başkasına nasıl verebilmiştim, uzun uzun sorguladım. Neden bir ilşkinin bitmesi, istemediğin, mutlu olmadığın, yok sayıldığın biriyle yaşamak zorunda olasın ki? Neden biten bir ilişkinin ardından suçlu senmişçesine bir kedi yavrusu gibi kaçıp saklanma gereği duyasın ki?
Sonra bunlarla savaşmayı da başardım. Söylenenleri yok saymayı, yalnızlığından yararlanmaya kalkışan kirli bakışları görmemeyi, kendimi yalnız ve sevgisizken de var edebilmeyi… Aşkın büyüsüne kapılan kadının, erkeğin kendi üstünde bir iktidar kurmaya çalıştığını da işte o zamanlar fark ettim. Evet, erkekler tarafından aşk bir iktidar savaşıydı daima ve ben bu savaştan geri çekilmeyi tercih ettim.
Aşık olduğunuz zaman bütün savunma mekanizmanızın stop düğmesine basıveriyorsunuz ve birileri sizinle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaya başlıyor. Bu mudur aşk?
Yoksa kendimizi çıplak, savunmasız, silahsız ruhumuzla önüne koyuverdiğimizde bizi düşman gibi karşılamayıp –sevgilimiz, kocamız, her kim ise- sevgisiyle sarıp sarmalayan mıdır?
Neden bizi üzüp inciten, varlığımızı değersizleştiren insanlara âşık oluruz? İçimizin kuyusuna düşüp de boğulmayan biri ile daha mutlu olabiliriz oysa. Peki, onu nasıl tanıyacağız? Gördüğümüzde onun o olduğunu anlayabilecek miyiz?
Herkes herkese âşık olabilir nihayetinde. Ne mutlu doğru insanı bulabilene, bulamayanlar ise gücü yeten yetene…
22 Eylül 2014 Pazartesi
ABAZANLARIN DİKKATİNE!
Ne zaman duvarımda ya da blogumda cinsel çağrışımlar yapan
bir paylaşım yapsam millet, özellikle de erkekler hurra üstüme geliyor.
Cinsellik hala tabu olmaktan çıkmamış anlaşılan. İyi de kardeşim sen sevgilinle
ya da eşinle abi kardeş gibi mi yaşıyorsun, cinsel ilişkiye girmiyor musun? İkili
ilişkilerin(sevgili olma durumu) ve evliliğin temelinde cinsellik yok mu? Bana burada
kızarken, kınarken evde eşin 3-4 gün başım ağrıyor bahanesiyle ilişkiye
girmediğinde kıyameti koparmaz mısın? Hiçbir şey için değilse bile üremek,
çoğalmak, soyumuzu sürdürmek için cinselliğe ihtiyacımız yok mu? Cinsellik
insan doğasının bir parçası değil mi? Ağzınıza almaya cesaret edemediğiniz, ben
dile getirdiğimde ise beni taşa tuttuğunuz cinsel organlarınız, eliniz,
ayağınız, kulağınız ve diğer organlarınız gibi vücudunuzun bir parçası değil
mi? Neden onlardan söz etmekten utanıyor ya da utanıyormuş gibi yapıyorsunuz? Eminim ki birçoğunuz cinsellik içeren görüntü gördüğünüzde ya da yazı
okuduğunuzda elinizi hemen çüklerinize ( penis diyince daha çok ayıplanıyorum.
Çük sanki daha bir masum ifade gibi geldi) götürüp oynamaya başlıyorsunuz. Durum
böyle iken neden biri bu konuları konuştuğunda eliniz çükünüzde ona
kızıyorsunuz?
Haydi, beyler gerçekçi olalım biraz! Hepiniz de cinselliği
konuşmaktan hoşlanıyorsunuz aslında. İki erkek bir araya gelince mutlaka
kadınlardan, onlarla nasıl yatıp kalktığınızdan bahsetmiyor musunuz? Cinsel performansınızla
hava atmıyor musunuz bir diğerine? Ya da cinsel bir probleminiz olduğunda koştura
koştura doktor yolunu tutup bu yetinizi kaybetmekten korkmuyor musunuz?
Duvarımda cinselliği çağrıştıran bir şeyler yazdığımda kem
küm eden, özel mesajlardan hakaret eden ya da asılan beyler size diyorum! Duyun
beni! O kınadığınız yazılarım var ya, hani blogda yayınladığım “Kendi kendine cinsel hazza
ulaşmanın yolları” ve "Soğuk sevişme” baktığımda okunma rekorları kırmış diğer
yazılarıma göre. Duvarımda toplumsal içerikli şeyler yazmamı isteyen herifçioğulları
aslında girip girip o yazıları okumuş meğerse.
Durum bundan ibaret ve söyleyeceklerim bu kadarla sınırlı
olmasa da terbiyem daha fazlasına müsaade etmiyor. Umarım bundan sonra
ayağınızı denk alırsınız abazan beyler.
Bu arada tabii ki bu sözlerim bütün erkeklere değil. Zaten kime ne mesaj
vermek istediysem sahibi aldı mesajı.
HER ŞEYİN ZAMANI VAR
İncil
Vaiz 3’de şöyle der;
“Her Şeyin Zamanı Var
Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zamanı vardır.
Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zamanı vardır.
Doğmanın zamanı var,
ölmenin zamanı var.
Dikmenin
zamanı var, sökmenin zamanı var.
Öldürmenin zamanı var,
şifa vermenin zamanı var.
Yıkmanın
zamanı var, yapmanın zamanı var.
Ağlamanın zamanı var,
gülmenin zamanı var.
Yas
tutmanın zamanı var, oynamanın zamanı var.
Taş atmanın zamanı
var, taş toplamanın zamanı var.
Kucaklaşmanın
zamanı var, kucaklaşmamanın zamanı var.”
Zaman mıdır bizi değiştiren yoksa biz miyiz zamana
şekil veren?
Zaman kavranması en güç şeylerden birisi değil midir? Oldukça
değişken, bir su damlası kadar akışkan, yoğun bir sis kadar durağan ve bazen de
bir yağmur bulutu gibi patladı patlayacak olan…
Beklediğiniz bir
şey varsa geçmek bilmeyen, mutlu ve tasasız yaşadığınızda yanınızdan
koşar
adımlarla geçen. Upuzun, sonsuz bir yoldur zaman ve bizim bu yolda
yürüyebildiğimiz ise sadece birkaç adımdır. Şanslı olanlar -belki de onlara
göre şanssızlık- uzun yaşayanlar birkaç adım daha fazla yürürler bu yolda.
Geçmişin sonsuzluğundan geleceğin sonsuzluğuna uzanır
zaman. Çoğumuza göre bu süre içinde yaşadıklarımız kendi elimizdedir, kendimiz
şekillendiririz bize verilen zamanı, kimimize göre ise her semavi dinde olduğu
gibi kadere teslimiyet vardır. Yaşanan her şey kaderin bir tecellisidir ve
önüne geçilemez. Burada kaderden daha önemli olan şey kaderciliktir. Çünkü kaderci olan kişinin hayatla başa
çıkması daha kolaydır. Onlara göre her şey ta başından itibaren belirlenmiştir ve
belirlenmiş bir hayatı yaşamak düşer onlara. Yaşadıklarından, yaptıklarından
kaderci olmayanlara göre büyük ölçüde sorumluluk duymazlar, kader deyip
geçerler.
Bir tarafta kadere inanan insanlar varken diğer tarafta
kadere inanmayan anlık kararların ve basit tesadüflerin hayatın akışını nasıl
değiştirdiğiyle ilgilenmeyen, günübirlik yaşayan bir sürü insan var. Kimisi tanrıya ve kadere inanıyor ve hayatın akışını
sorgulamıyor, diğerleri ise hiçbir şeye inanmıyor ve hayatın akışında sorgulamaya değecek bir şey
olmadığını düşünmeden yaşıyor; o insanlara göre hayatın akışını düzenleyen
hiçbir şey yok, her an her şey değişebilir ve buna şaşırmamak gerek.Yani bir
taraftan inananlar bir taraftan inançsızlar… Her iki taraf da anlık kararların
ve tesadüflerin hayatlarımız üzerindeki
o muazzam etkisi üzerine düşünmeyi
reddediyor.
Peki ya saylarının çok az olduğunu
düşündüğüm, benim gibi arada kalmış insanlar? Tam olarak neye inandığının
bilincine varmadan bir şeye inanan insanlar?... Kadere inanmakla inanmamak
arasındaki o ince çizgide duranların çoğu işte bu gruptan geliyor ve basit tesedüflerin ve
anlık kararların ne kadar çok şeyi değiştirdiğini düşünen insanlar da bu
gruptan çıkıyor.
Zaman demiştik değil mi?
Kalabalık bir dünya, karmaşa,
katledilen onca insan, yaşanmış ve hala yaşanan onca savaş, yıkılan onca
krallık, elden ele dünyayı dolaşan o kirli paralar, yazılmış ve yazılacak olan
onca kitap, kırılılmış binlerce kalp, mutlulukla şerefe kaldırılan kadehler,
belki bir sahibi bile olmayan mezar taşları, gökyüzüe uzanan ağaçlar, hergün
doğup batan güneş, doğan onca bebek,
gömülmüş veya yakılmış onca beden, acı, hüzün ve gözyaşıdır zaman. Birbirini izleyen
hiçbir dakikası birbirine benzemez. Bizi şaşırtan, kandıran kendine bağlayandır
zaman. Onun değişkenliğinde bazen şaşkınlıkla, bazen kederle, bazen de
mutlulukla dönenir dururuz.
Acınılası bir çabadır bizimkisi,
varolmak için verdiğimiz bir çaba. Zaman önümüzde çatal dilli bir yılan gibi
uzanıp gider ve kimbilir kaç kişi bu acımasız zaman denen yılanın zehriyle ölüp
gitmiştir. Zaman bazen de çıkışı olmayan bir labirenttir. Ve biz çıkış yolunu
hiç bulamayız. Geçmişimizle gitgide uzaklaşan hatıralar, geleceğimizin
belirsizliği ile, bilinçli ya da bilinçsiz zamana sahip çıkmaya çalışırız. Nafile
bir çabadır bizimkisi. Zamanı asla kontrol edemeyiz, yaşadıklarımızı da öyle… İşte
bu noktada kaderciler kaderin insafına bırakır kendini, kadere inanmayanlar ise
önüne çıkan her zorluğu hayatın akışına bırakıp yaşarlar.
Peki ya benim gibiler?
Tam olarak neye inandığının bilincine
varmadan bir şeye inanan insanlar?..
Kadere inanmakla inanmamak arasındaki
o ince çizgide duranlar, basit tesedüflerin ve anlık kararların ne kadar çok
şeyi değiştirdiğini düşünen insanlar?..
Onlar zamana nasıl karşı koyacaklar,
nasıl yaşayacaklar zamanı?
21 Eylül 2014 Pazar
SOĞUK SEVİŞME
Kalan eşyaları
sabah yerleştiririm diye düşünüp, gelişi güzel yerleştirilmiş kanepeye uzandı.
Yorgunluktan her yerinin ağrıdığını hissediyordu. Oldum olası sevmezdi bu
taşınma işlerini. İlk birkaç gün çok yorulacaktı, ama yeni evi ona yeni bir
hayatın başlangıcını da getirecekti. Uykusuzluğa ve yorgunluğa yenik düşen göz
kapakları yavaş yavaş kapanırken, uykulu gözlerle etrafı süzdü, kalan eşyaları
yerleştireceği yerleri zihninde tasarlamaya başladı.
Sabaha karşı
ani bir irkinti ile uyandı. Uyku ile uyanıklık arası gördüğü bir düş mü, yoksa
gerçek miydi seçemediği bir dokunuş okşuyordu ayaklarını. Gene o geldi, diye
geçirdi içinden. Bu onun dokunuşlarıydı, biliyordu. Hep böyle olur olmaz
zamanlarda, ansızın geliyordu. İzin almadan, hoşlanıp hoşlanmayacağını sormadan
geliyor ve başlıyordu bedenine dokunmaya. Bu sefer ayaklarından başlamıştı ve
yavaş yavaş yukarılara doğru çıktığını hissediyordu. Öylesine yorgun ve
uykusuzdu ki, karşı koymaya yetecek gücü
bulamıyordu kendinde. Soğuk nefesi
vücudunda dolaşırken tepkisiz bir şekilde kendini tamamen onun ellerine bıraktı.
Evet, şimdi yukarılara doğru çıkıyordu, kasıklarındaydı tam da. Dokunmadık
hiçbir yerini bırakmıyor, her tarafını yalayarak geçiyordu adeta. Göbeğinden göğsüne
doğru süzülürken, üşüme benzeri bir ürpertiyle sarsılarak derin derin nefes
almaya başladı. Aldığı her nefeste göğüs kafesi inip kalkıyor, her inip
kalkışta onun nefesini göğsünde daha belirgin bir şekilde hissediyordu.
Göğsünde
ustaca gezinirken, kendini iyice kaptırdı bu dokunuşlara. İlk başlarda ürperti
veren bu dokunuşlar artık hoşuna gidiyordu. Sevişme arzusu arttıkça artıyor,
onun dokunuşlarının yetmediğini düşünüp kendi vücudunu okşuyordu şehvetle.
Gözlerini kapatmış, bu soğuk sevişmeye teslim olmuştu adeta. Boynundan
yukarılara doğru ilerlediğini hissettiğinde, dudaklarını araladı. Her nefeste
onu içine çekiyordu. Nefes borusundan ciğerlerine doğru ilerlerken, geçtiği her
yerin donduğunu hissetti. Birden” ne yapıyorum ben” dedi kendi kendine. Uykudan
açamadığı gözleri fal taşı gibi oldu bir anda. Hızla yattığı yerden kalkıp
etrafa şöyle bir göz attı. Açık kalan balkon kapısını fark ettiğinde” tahmin
etmeliydim buradan girdiğini” diyerek, kapıyı açık unuttuğu için kızdı kendi
kendine. Öfkeyle kapıya doğru gidip çarparak kapattı.
Yerine tekrar
uzanıp battaniyesine sımsıkı sarıldığında, hızla uzaklaşan uğultulu sesi geldi
kulaklarına. Gülümsedi, “kim bilir şimdi kime gidecek, kiminle sevişecek bu
soğuk rüzgâr” diye geçirdi içinden.
Biraz da gülelim :)
Biraz da gülelim :)
20 Eylül 2014 Cumartesi
Bir Dezenfektan Etkisi Olarak Kan
Lady
Machbet elindeki çıkması imkansız sandığı kanı temizlemek için kendini
oradan
oraya atar, ama bilinen odur ki kan lekesi yıkansa bile çıkmaz, suçluyu ele
verir ve ele bulaşmış bir kan bedeli ödenmez bir günahın delilidir.
Yüzyıllardır
tanrılara adanan adaklar için akıtılan kan, kurban bayramlarında kesilen
kurbanların kanı, komşulara götürülen kanlı et parçaları, kan kardeşliği içi
akıtılan kanlar ve gerdek gecesi bakireliğin simgesi olarak akan kan daima
kutsal sayılmıştır.
Ama
kan akıtmak sadece bu kadarla sınırlı kalmaz. Sudan sebeplerden işlenen cinayetler, kan
davaları, töre cinayetleri, devletin
terörist diye adlandırdığı (terör için terör yaptığı) onca insandan akan kan
ise bir çeşit dezenfektan etkisi yaratmaktadır toplum tarafından. Öyle ya, kan
akıtılarak namus temizlenir, çıkan bir kavga sonucu ya da bir kıskançlık
krizinde hak savunulur, kan davalarında öç alınır ve devlet tarafından işlenen
cinayetlerle ise 'terörist' diye adlandırılan insanlar yeryüzünden kan ile
silinmeye, yaşadığımız ülke temizlenmeye çalışılır.
Çok
temiz bir ülkeyiz vesselam! Kanın dezenfektan etkisinden yararlanıp her türlü
kötülüğü ve pisliği kan ile temizlemeye kalkarız.
“Dişe
diş, kana kan, intikam, intikam!” diye bağırırız hep bir ağızdan.
Kendi Kendine Cinsel Hazza Ulaşmanın Yolları
“Hastanelerin özel nörolojik koğuşlarında terapi üniteleri
vardır. Bu nöroloji koğuşları vücudun tamamen felçli olduğu ve boyundan aşağı
hiçbir tepki vermediği yoğun omurga rahatsızlıklarıyla ilgileniyor. Rehabilitasyon merkezlerinde, başka şeylerin de
yanında, insanlara hem bu durumda nasıl idare edecekleri hem de cinsel zevk
yaşamak için vücutlarını yeniden nasıl eğitecekleri öğretiliyor. Bunu insanlara,
vücutlarını daha farklı algılamalarını sağlayacak bir işlemle yapıyorlar. Öncelikle
insanlara genelde cinsel merkez ya da kösnüllük merkezi olarak görmedikleri
kısımlarını öyle görmeyi öğretiyorlar. En ideal bölgelerden biri de çene kemiği
altı. Bu bölge fazla temas edilmeyen ama oldukça hassas bir yer. Sonuç olarak
insanlara o bölgeye dokunarak doyuma ulaşmayı öğretiyorlar. Örnek olarak kafasında kel bir noktası olan
bir adam oraya dokunarak kendini doyuma ulaştırmayı öğrenmiştir.”
Vücut yüzeyimizin yeniden bir haritasını çıkararak bunu hepimiz kendi çapımızda ufak bir çalışma ile başarabiliriz. Vücudumuzdaki erotik bölgelerinin yerini değişik bir şekilde geliştirebiliriz. Basit bir örnek: Bir elimizi klitoris bir elimizi penis olarak hayal edip ellerimizi birbirine sürterek doyuma ulaşabiliriz. Ve üstelik bunu pornografik bir durum sergilemeden her yerde yapabiliriz.
Özellikle ülkemizde vücudumuzun bazı yerlerinin kamusal
alanda görülmesinin yasak olduğu ve pornografik tanıma girdiği düşününce yapacağımız bu küçük mastürbasyon gösterisi kuşkusuz pornografiktir
ama yasal anlamda öyle bir ifade taşımıyordurr. Toplu taşıma araçlarında,
alışveriş merkezlerinde ve kalabalık diğer ortamlarda avucumuzu birbirine
sürterek doyuma ulaşmanın yasal olmayan bir tarafı yok. Ve üstelik sapkınlar,
tecavüzcüler için de uygulaması oldukça basit ve kimseye zararı dokunmayan bir
yöntemdir bu. Bu yöntemim tecavüz suçlularına öğretilmesi ve dışarı
çıktıklarında toplum için bir zarar teşkil etmeyecek duruma getirilmesi
gerekmektedir.
19 Eylül 2014 Cuma
UF OLDUM!
“Anne bak uf oldu”
“Dur da, öpeyim geçsin.”
Ne güzel günlerdi o günler değil mi? Yaralarınızı, acıyan
yerlerinizi sevgisiyle, şefkatiyle öpüp iyileştiren biri vardı hayatınızda. Size
ne olduğunun anlam ifade ettiği, size
kötü bir şeyler olmasının onu derinden üzdüğü, size önem veren, destek olan,
varlığınıza bir zarar geldiğinde o zararı onarmada size yardımcı olan biri
vardı hayatınızda
.
Günün birinde
büyüdünüz ve bir başına kaldınız hayatta. Kanayan, acıyan yerleriniz günden
güne çoğaldı. Ne öpüp iyileştirecek, ne de sevgi ve şefkatiyle sarıp
sarmalayacak kimseler yok yanınızda. Çocukluğunuzun o güzel günlerini,
annenizin yaralarınızı öpüp iyileştirdiği günler geliyor aklınıza. Fark edilmek
istiyorsunuz, birileri varlığınızı, acılarınızı fark etsin… Ulu orta
açıyorsunuz bu yüzden yaralarınızı önünüze gelen herkese. Bakın uf oldum
diyorsunuz kimsenin duyamayacağı bir sesle. Gören olmuyor, duyan da… Çektiğiniz
acıdan daha acı geliyor bu durum. Kolay değil en zayıf yanlarını hiç
tanımadığın insanlara göstermek, ulu orta kanayan yanlarını açmak. Ama fark
edilmemenin acısı daha da büyük oluyor ve siz, görünmemek, fark edilmemek ne
kadar acı olursa olsun, ısrarla birilerin sizi görüp fark etmesini
istiyorsunuz. Yaralarınıza daha büyük anlamlar yüklüyor, sanki yaralarınızla
var olacakmışsınız hissine kapılıyor ve hiç değilse onlar sayesinde görünebilir
olmak istiyorsunuz.
Bu her ne kadar ruhsal olarak acı verse de, acı verici
şeyleri beraberinde getirse de, diğer acıdan (varlığın farkına varılmamasından
ve hatta tanınmamasından) daha kolay ve katlanılası bir acıya dönüşüyor.
Siz hayat boyu defalarca kez uf oluyorsunuz; acıyorsunuz,
kanıyorsunuz, kırılıyorsunuz, büyük hasarlar alıyorsunuz ama hep yalnız
kalıyorsunuz. Doğru ya, artık siz bir yetişkinsiniz. Kendi yaralarınızı
kendiniz sarmak zorundasınız. Toplum sizden bunu bekliyor. Bunu beklemeyip
sizinle ilgilenen, ilgilenmiş gibi yapan kesim ise sizin en yaralı
yerinizden yakalayıp yeni yaralar açmak için fırsat kolluyor. Siz ise
çocukluğunuzdan kalma o saf masumiyetle size uzatılan her yardım elini sımsıkı
tutuyorsunuz. Günün birinde felaketiniz olacağını bile bile üstelik. Çünkü yalnızlık
illetinden kurtulmak için her türlü gayri meşru yola başvurmaya hazırsınızdır. Yalnızlık!..
Yalnızlığınız düşeceğiniz en tehlikeli tuzak oluyor ve hayat boyu siz bu tuzağa
sayısız kez düşüp duruyorsunuz. Yaralarınıza yara katıyorsunuz ve gene ulu orta
yaralarınızı açıp bak uf oldum diyorsunuz. Kimse görmüyor, kimse duymuyor gene
sizi. Yalnızlığınızla baş başa kalıyorsunuz her zamanki gibi….
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)