30 Eylül 2014 Salı

BOYUN EĞİŞİN HİKAYESİ: KADER

Kardeşim yangında öldüğünde konu komşu acımı hafifletmek için mi yoksa gerçekten böyle olduğu için mi “yanarak ölenler cennete giderler, üzülme, o cennetlik” demişlerdi. Bazı kaynaklarca yanarak ölenlerin şehit sayıldığı, dolayısı ile cennetlik oldukları belirtilmekte.


 Peki ya geride kalanlar?


 Kardeşinizi öldüren o alevler her gün yüreğinizi cayır cayır yakarken, siz her gün binlerce kez ölürken sizin yeriniz neresi oluyor ahirettte?


 İşin sırrı levh-i mahfuz ve Lehv-i kalemde!..


  Levh-i-kalem: Üzerine insan kaderinin, olmuş ve olacakların yazılı olduğuna inanılan Tanrısal levhayı; Levh-i- mahfuzu yazan kalem.


 Levh-i mahfuz:  Olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekândaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir İlâhî muhafaza levhası; İlahi ilmin aynası, kaderin defteri.


 Kader ha!


 Her daim yoksul ama dürüst insanların oturduğu gece kondu mahallelerinde -yeni deyimiyle varoşlarda-  oturan insanların son sesle huşu içinde dinlediği;  “Her gün isyanım var benim kadere” diyerek ağızlarında sakız yaptığı, “Baştan yaz şu kaderimi, tanrım beni baştan yarat” diyerek bir mevlit kıvamına getirdiği, bunlar ve kader üstüne yazılmış daha nice şarkı ve türküleri dinleyerek, acılarını hafifletmek için kadere hem bir boyun eğiş sergileyip, hem de kendilerini jiletleyerek, kendilerine acı çektirerek kadere isyan eden insanlar topluluğunun sayısı hiç de az değildir.


  Bir taraf çekilen acıları dayanılır kılmak için kadere boyun eğerken, bir taraf şarkılara  türkülere sığınıp içerek, kendini jiletleyerek, intihara teşebbüs ederek acısını hafifletmeyi deniyor. Acıyı en uç boyutlarda yaşayanlar ya da başka bir tabirle acıya katlanamayanlar ise hastanelere, tımarhanelere yatırılıp, ağrı kesicilerle, uyuşturucularla acılarının hafifletilmesini bekliyor.


 Kistik Fibrozis hastalığına sahip olan Amerikalı performans sanatçısı Bob Flanagal ise hastalığı yüzünden o kadar acı çekiyordur ki, acı ile hastalığını eğitmeyi deneyerek,  gösterilerinde sergilediği penisine çivi çakmak gibi üst düzey mazoşist davranışlar sergilemiştir. Sahnede yaptıkları normal insanlar için tahammül edilemez ve korkunç gelse de, o küçük yaşlarda yaşamak zorunda kaldığı hastalığından dolayı acı kelimesinin anlamını hepimizden iyi biliyordu. Onun çektiği fiziksel ve ruhsal acılar onda insanları acıyla yüzyüze getirme isteği uyandırmıştı. Müslüm baba eşliğinde kendini jiletleyenler onu görseler “herif uçmuş” derler, ama sözün bittiği yerde kendini acı ile ifade etmekle, acıya söz kazandırmak arasında pek bir fark yoktur.


 Kadere tekrar dönecek olursak; kendini salt kaderin kollarına bırakmış biri, Müslüm baba eşliğinde kendini jiletleyen biri ya da gösterilerinde penisine çivi çakan Bob Flanagal arasında hiçbir fark yoktur. Hepsinin amacı aynıdır, çekilen acıyı hafifletmek.  

28 Eylül 2014 Pazar

HANGİ AŞK DOLDURABİLİR DOSTLUĞUN YERİNİ?

                                   

Geceleri korkuyla karşılamak yoktu artık ve tedirgin, yorgun, umutsuz sabahlara uyanmak geride kalmıştı.

Gözgöze gelmeden de sevebilmek sır olmaktan çıkmıştı artık. Ne bir aşkı kaybetmeye ne de yenisini bulmaya gösterilen gayreti göstermiyorduk hiçbirimiz.

Hayatlarımızın müşkül hikâyelerini değiştik önce, define aramayı çoktan bırakmış birbirimizde bulduğumuz cevherleri farkına varıyorduk.

İlk görüşte aşkın büyüsü uzaklaşıyordu tarihimizden, bir yanıp bir sönen deniz feneri gibi seslerimiz yalnız olmadığımızın sinyallerini veriyordu. Yalnız değildik artık biz.

Sadece arkadaş olduğumuzu ezberleyerek unutmaya başladık bazen, bazen dostluğun derin sularında yüzdük.

Aşina olmanın çeşitli anlamlarını yaşıyorduk her gece, her gece hasretle bekliyorduk birbirimizi.

Bir yangında kurtarılacak ilk’lere sahip olmanın telaşını taşıyordu kalplerimiz.

Onsuz yapamayacağımız geceler vardı artık, başka kimse ile paylaşamayacağımız mevzularımız bir de…

Derin bir sevdanın alışık izlerini taşısa da özlemlerimiz, oturtmuştuk adını; dosttuk biz.

Hayatlarımıza başka biri girse eksilmeyecek, biri gitse artmayacak bir beraberliğin eşiğinde oturuyorduk kalp kalbe.

 Dışımızda unutulanlar, içimizde unutmak istediklerimiz, biz hep içiçeydik 

Her gece bizbizeydik





25 Eylül 2014 Perşembe

AH BU YALNIZLIK!



Gözlerimi açıyorum, her taraf zifiri karanlık.
Eminim bu bir kâbus değil, çünkü kâbus bile bu kadar karanlık olamaz.
Kaç saattir burada, bu şekilde yattığımı bilemiyorum. Bir an belimin kopmuş olduğu hissine kapılıyorum, belden aşağı yanım yok olmuş sanki. Kıpırdamaya çalışıyorum ama mümkün değil, öylesine acı çekiyorum ki kıpırtısız bir şekilde karanlığa dikiyorum gözlerimi. Ürkütüyor beni karanlık.

Bir an çocukluğum geliyor aklıma. Çok korkardım o zaman karanlıktan. Özellikle de yağmurlu günlerde şimşek çakarken. Annemin yanına gidip korkularımı dile getirmek, beni sakinleştirmesini istemek arzusu duyardım ama hiçbir zaman yapamazdım. Çünkü annem çocukça korkulara anlayış gösterecek duyarlılıkta bir kadın değildi. O yaşlarda öğrenmiştim yalnızlığı, korkularımla yalnız başa çıkmayı. Korkularımla başa çıkmanın kendimce bir yolunu bulup perdeyi aralayarak her şimşek çakışta etrafın nasıl da aydınlandığını görmeyi  eğlenceli bir oyun hale getirmiştim kendimce. Zamanla bu oyun hoşuma da gitmeye başlamıştı. Her tarafın bir anda aydınlanması müthiş bir haz veriyordu. Şimşeğin çıkardığı o korkunç sesi ise Allah’ın insanlara kükremesi, varlığını bu şekilde fark ettirmek istemesi olarak düşünüyordum. Ben daha çocuktum, Allah’ı kızdıracak bir şeyler yapmış olamazdım. Komşuların bahçesinden erik çalmak ve annemin bazı sözlerini dinlemeyip yaptığım yaramazlıklar dışında günahım yoktu. Allah bunun için bana kızmış, kükremiş olamazdı elbette. O yüzden bu kükremeyi kendi üstüme alınmayıp korkularımı böylece yenmiştim. Hatta bazı yağmurlu gecelerde şimşek çakarken saklıca dışarı çıkıp o müthiş anı izlediğim bile oluyordu.

O zamandan bu geceye kadar ilk kez karanlıktan korkmuştum. Duyduğum bu korkuya anlam veremiyordum. Bir kâbus görerek mi uyandım, onun mu etkisiyle böyle korkuyorum diye düşündüm ama ne bir rüya ne de kâbus görmüştüm. Sadece belimdeki acı ile uyanmıştım. Baktığım karanlık büyüdükçe büyüyor beni içine çekiyordu. Böyle korkular duyan kadınların kolunu uzatıp yanındaki adamı uyandırması, onun ışığı yakarak ve sarılıp sakinleştirerek korkularını gidermesini belki de ilk kez kıskandım. Gurur duyduğum yalnızlığım bu gece canımı acıtmaya başladı. Ah, keşke kalkıp ışığı yakacak biri olsaydı yanımda!


Sonra yan odada yatan kızım geldi aklıma, ona seslenmek istedim ama çenem kilitlenmiş gibi.  Bana ait olmadığına yemin edebileceğim hırıltıdan başka ses çıkaramadım ağzımdan. Bir anda ayakucumda şarjda takılı telefonumu anımsadım. Belki kendimi zorlayabilirsem ona ulaşabilir, kızımı arayarak uyandırabilirim diye düşündüm. Belimdeki acı dayanılmaz bir hal alıyordu kıpırdamaya çalıştıkça. Bütün gücümü toplayarak, çektiğim acıyı duyumsamamak için başka şeyler düşünerek, yatakta sürünerek telefonuma ulaştım. Tam kızımın numarasını çevirecekken, ona bunu yapmaya hakkım olmadığını düşündüm. Yan odada yatan annesinin telefonla aramasının ardında ciddi bir sorun olacağını düşünüp korkacak, hem sabah işe gidecek, uykusu bölünsün, uykusuz kalmasın istedim. Rehberime baktım konuşacak, korkumu bana unutturacak bir isim aradım ama kimseyi arayamadım. Kimseyi o kadar yakın görmedim kendime. Telefonun el feneri olduğunu hatırlayıp onu açarak karanlığı bir nebze de olsa aydınlattım Korkum biraz da  olsa azaldı. Belimdeki acı hala dayanılmaz. Bu acıyla sabahı edemeyeceğimi biliyorum. Var gücümle kendimi zorlayarak, sürüne sürüne kalktım yataktan. Duvardan tutunarak önce ışığı açtım ve sonra el feneri yardımı ile salona gidip oranın ışığını açtım. İlaçlarıma ulaşınca zafer kazanmışçasına mutlu oldum. Ağrı kesici, kas gevşetici ilacımı ve belime sürmem gereken jeli alıp gene duvara tutuna tutuna mutfağa gidip su alarak ilaçlarımı içtim. Jeli de sürdükten sonra tekrar odama döndüm. Bu sefer ışığı kapatmadan yatağıma girip ve uzun süren düşüncelerin ardından uykuya daldım.

24 Eylül 2014 Çarşamba

AŞK BiR iKTiDAR SAVAŞI MIDIR YOKSA?

Annemim sözünden hiç çıkmazdım ufakken. Beni döver diye korktuğumdan, beni tuvalete kapatmasından ya da dışarı atarak eve girme cezası vermesinden dolayı değil. Beni artık sevmeyeceğinden korkardım. O zamanlar kâbusların en büyüğü buydu benim için. Yaramazlık yaptığımda annemin gözlerinde gördüğüm birkaç dakikalık o soğuk bakış nasıl da içimi ürpertirdi. Yalnızlık duygusuna kapılırdım hemen. Babamın bizi zaten sevmediği kanısına kapılmış, beni tek sevenin annem olduğunu düşünerek onun sevgisini kaybetmekten korkar olmuştum. Yaramazlık yaptığımda çoğu zaman başımı öne eğer, annemle göz göze gelmemeyi seçerdim bu yüzden.

Sevmediğim insanlara kafa tutmak kolaydı hayat boyu ama sevdiğim birinin soğuk bir bakışı ya da sözü beni yerle bir ederdi. Hep sevdiğim o kişiyi kaybetme korkusuna kapılıp içten içe yalnızlık duygusuna bürünürdüm.

Hayat benim için tersten işledi. Yaşıtlarım okula giderken, sokaklarda koşup oynarken, belli bir yaştan sonra sevgilileri ile el ele dolaşırken ben evde iki çocuğuma bakıp büyütmek zorundaydım. Bunların hiç birini zamanında yaşayamadım.

37 yaşından sonra bu özgürlüğümü kazandım. Sevgililerim oldu, uğruna ölümü göze alacak kadar sevdiklerimdi onlar.  Ağızlarından çıkan her kelimeyi tartıp düşündüğüm, onları incitip üzmekten korktuğum, ufak bir göz kırpışlarında telaşa kapıldığım, sevgilerinden yoksun kalmaktan korktuğum… Öylesine söylenmiş bir sözü bile saatlerce hatta günlerce kafamın içinden geçirdiğim, olumlu olumsuz anlamlar çıkarıp kendimi suçladığım zamanlar oldu. Onun gözlerinden akıveren ilgisiz bir bakış içime küçük zehirli oklar gibi saplandı daima. Sonra üzerimizdeki en büyük iktidarı sevginin ve aşkın kurduğunu fark ettim. Kendimi suçlamaktan vazgeçtiğim, sevgi’li’siz de yaşayacağımı anladığımda, onların bana yaptıkları zulmü, sevgiye açlığımı nasıl da suistimal ettiğini gördüm ve terk ettim onları.

Terk etmek de terk edilmekle aynı etkiyi yaratıyordu toplumca. Açıklama yapmaktan kaçındım, derdimi anlatamadım, utandım, yerlere yapışarak ağladım. Bana böylesine acı çektirme gücünü başkasına nasıl verebilmiştim, uzun uzun sorguladım. Neden bir ilşkinin bitmesi, istemediğin, mutlu olmadığın, yok sayıldığın biriyle yaşamak zorunda olasın ki? Neden biten bir ilişkinin ardından suçlu senmişçesine bir kedi yavrusu gibi kaçıp saklanma gereği duyasın ki?

Sonra bunlarla savaşmayı da başardım. Söylenenleri yok saymayı, yalnızlığından yararlanmaya kalkışan kirli bakışları görmemeyi, kendimi yalnız ve sevgisizken de var edebilmeyi… Aşkın büyüsüne kapılan kadının, erkeğin kendi üstünde bir iktidar kurmaya çalıştığını da işte o zamanlar fark ettim. Evet, erkekler tarafından aşk bir iktidar savaşıydı daima ve ben bu savaştan geri çekilmeyi tercih ettim.

Aşık olduğunuz zaman bütün savunma mekanizmanızın stop düğmesine basıveriyorsunuz ve birileri sizinle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaya başlıyor. Bu mudur aşk?
Yoksa kendimizi çıplak, savunmasız, silahsız ruhumuzla önüne koyuverdiğimizde bizi düşman gibi karşılamayıp –sevgilimiz, kocamız, her kim ise- sevgisiyle sarıp sarmalayan mıdır?

Neden bizi üzüp inciten, varlığımızı değersizleştiren insanlara âşık oluruz? İçimizin kuyusuna düşüp de boğulmayan biri ile daha mutlu olabiliriz oysa. Peki, onu nasıl tanıyacağız? Gördüğümüzde onun o olduğunu anlayabilecek miyiz?


Herkes herkese âşık olabilir nihayetinde. Ne mutlu doğru insanı bulabilene, bulamayanlar ise gücü yeten yetene…

BİR ÖMRÜN ÖZETİ



    Kıçımıza şaplağı yiyerek doğduğumuz o ilk an.  Annemiz ve bizim için bitmeyen geceler. Her ağlamada süt vermeler, kucağa almalar, sallamalar… Acaba gazı mı var şüphesi, bir yeri mi ağrıyor endişesi. Kucaktan kucağa, sevilerek geçirilen bebeklik evresi. Anlamaya çalışan, soran gözlerle bakılarak geçirilen iki yıl. Konuşma çabası, yeni kelimeler öğrenme hevesi, büyükler tarafından sevgiyle karşılanan, gülünen, yanlış kurulan cümlelerin hoş edası…

    Okul denen hapishanenin açılış günü... Yeni ayakkabı, çanta ve önlükle ilk okul heyecanı. Sınıf atladıkça yaşanan karşılıklı heyecanlar, çıkan ilk ergenlik sivilceleriyle birlikte aile hegemonyasına baş kaldırmalar. Yaşanan ilk platonik aşklar. Ellerin titrediği, yüzlerin kızardığı bakışmalar. Kalbin pır pır atma zamanları, el ele dolaşma anları. Bunalıma sahip olma hakkı, asilik dönemi, bireyselliği elde etme savaşı. Aileye başkaldırma; ilk yalanlar, saklı içilen biralar, kaçamak tüttürülen sigaralar…

    Biz büyüdükçe büyüyen gelecek kaygıları. Adam olunup olunamayacağına karar verilen o büyük sınav. Politik düşüncelere akıl yormalar, idealler,ideolojiler, ne üdüğü belirsiz olan şeyler uğruna göze alınan fedakârlıklar.  Genç kızlıktan kadınlığa atılan  adımla birey olma kavramı arasında pişirilen yemekler. Evlenecek helal süt emmiş kız bulma arayışları…


    Diğer taraftan gayri resmi eğitimlilerin kahve köşelerinde memleketi kurtarma tartışmaları. 68 kuşağına özentilerinin özeti, kurumların işlerini görmediğini bilme erdemine ulaşma başarısı. Vakit geçirme mantığı ile bir araya gelinip,  başka özgürlüklere terfi etmeyi isteme hastalıkları. Büyüme hacmine kapılarak para kazanma arzusuyla iş bulma girişimlerinde karşılarındaki varlığa yaranma çabaları.

    Kurulan yuvalar. Mantık zincirinde zorla sürdürülen evlilikler. İhanetler. Boşanmalar. Kaybolmaya başlayan hayatlar. Yapmak istedikleriyle değil yapabildikleriyle yetinme antrenmanları.  Güçsüzlük. Yorgunluk. Yılgınlık.

    Yola çıkarken seni başarılar diyarına götürecek, sana çok büyük mutluluklar vaat eden ideallerin yerle bir oluşunu umutsuzca izlemenin acısı. Her şeye rağmen yaşama tutunma çabası.  Kaçamak mutluluklar, sigara, alkol, seks, üçkâğıtçılık, yiyip içme, hayallerden vazgeçmeme, tanrıya bugün ki gün için şükretme…

    Farkına varamadan geçen yıllar. Yaşlılık. Torun sevme sefası,  “ben sizin yaşınızdayken…” terminolojisi. Gerçekleşmeyen hayalleri sözcüklerle yaşatmanın yolları, aileye karşı üstlendiğimiz sorumluluk denen kamburun günden güne ağırlaşması. Pişmanlıkların verdiği kalpte ritim bozukluğu, ruhsal sorunların yarattığı uykusuz gecelerin yorgunluğu, acı ve mutsuzlukla uyanılan sabahların mahmurluğu.


    Ve nihai son: teneşirde yatarken kendin için yaşamışçasına, çok mutlu olmuşçasına gülümseyerek verdiğin, senden geriye kalan o son poz.


22 Eylül 2014 Pazartesi

ABAZANLARIN DİKKATİNE!

Ne zaman duvarımda ya da blogumda cinsel çağrışımlar yapan bir paylaşım yapsam millet, özellikle de erkekler hurra üstüme geliyor. Cinsellik hala tabu olmaktan çıkmamış anlaşılan. İyi de kardeşim sen sevgilinle ya da eşinle abi kardeş gibi mi yaşıyorsun, cinsel ilişkiye girmiyor musun? İkili ilişkilerin(sevgili olma durumu) ve evliliğin temelinde cinsellik yok mu? Bana burada kızarken, kınarken evde eşin 3-4 gün başım ağrıyor bahanesiyle ilişkiye girmediğinde kıyameti koparmaz mısın? Hiçbir şey için değilse bile üremek, çoğalmak, soyumuzu sürdürmek için cinselliğe ihtiyacımız yok mu? Cinsellik insan doğasının bir parçası değil mi? Ağzınıza almaya cesaret edemediğiniz, ben dile getirdiğimde ise beni taşa tuttuğunuz cinsel organlarınız, eliniz, ayağınız, kulağınız ve diğer organlarınız gibi vücudunuzun bir parçası değil mi? Neden onlardan söz etmekten utanıyor ya da utanıyormuş gibi yapıyorsunuz? Eminim ki birçoğunuz cinsellik içeren görüntü gördüğünüzde ya da yazı okuduğunuzda elinizi hemen çüklerinize ( penis diyince daha çok ayıplanıyorum. Çük sanki daha bir masum ifade gibi geldi) götürüp oynamaya başlıyorsunuz. Durum böyle iken neden biri bu konuları konuştuğunda eliniz çükünüzde ona kızıyorsunuz?

Haydi, beyler gerçekçi olalım biraz! Hepiniz de cinselliği konuşmaktan hoşlanıyorsunuz aslında. İki erkek bir araya gelince mutlaka kadınlardan, onlarla nasıl yatıp kalktığınızdan bahsetmiyor musunuz? Cinsel performansınızla hava atmıyor musunuz bir diğerine? Ya da cinsel bir probleminiz olduğunda koştura koştura doktor yolunu tutup bu yetinizi kaybetmekten korkmuyor musunuz?

Duvarımda cinselliği çağrıştıran bir şeyler yazdığımda kem küm eden, özel mesajlardan hakaret eden ya da asılan beyler size diyorum! Duyun beni! O kınadığınız yazılarım var ya, hani blogda yayınladığım “Kendi kendine cinsel hazza ulaşmanın yolları” ve "Soğuk sevişme” baktığımda okunma rekorları kırmış diğer yazılarıma göre. Duvarımda toplumsal içerikli şeyler yazmamı isteyen herifçioğulları aslında girip girip o yazıları okumuş meğerse.


Durum bundan ibaret ve söyleyeceklerim bu kadarla sınırlı olmasa da terbiyem daha fazlasına müsaade etmiyor. Umarım bundan sonra ayağınızı denk alırsınız abazan beyler.  Bu arada tabii ki bu sözlerim bütün erkeklere değil. Zaten kime ne mesaj vermek istediysem sahibi aldı mesajı.

HER ŞEYİN ZAMANI VAR

İncil Vaiz 3’de şöyle der;

Her Şeyin Zamanı Var
        Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zamanı vardır.
Doğmanın zamanı var, ölmenin zamanı var.
       Dikmenin zamanı var, sökmenin zamanı var.
Öldürmenin zamanı var, şifa vermenin zamanı var.
      Yıkmanın zamanı var, yapmanın zamanı var.
      Ağlamanın zamanı var, gülmenin zamanı var.
      Yas tutmanın zamanı var, oynamanın zamanı var.
      Taş atmanın zamanı var, taş toplamanın zamanı var.
      Kucaklaşmanın zamanı var, kucaklaşmamanın zamanı var.”

Zaman mıdır bizi değiştiren yoksa biz miyiz zamana şekil veren?

Zaman kavranması en güç şeylerden birisi değil midir? Oldukça değişken, bir su damlası kadar akışkan, yoğun bir sis kadar durağan ve bazen de bir yağmur bulutu gibi patladı patlayacak olan…

Beklediğiniz bir şey varsa geçmek bilmeyen, mutlu ve tasasız yaşadığınızda yanınızdan
koşar adımlarla geçen. Upuzun, sonsuz bir yoldur zaman ve bizim bu yolda yürüyebildiğimiz ise sadece birkaç adımdır. Şanslı olanlar -belki de onlara göre şanssızlık- uzun yaşayanlar birkaç adım daha fazla yürürler bu yolda.

Geçmişin sonsuzluğundan geleceğin sonsuzluğuna uzanır zaman. Çoğumuza göre bu süre içinde yaşadıklarımız kendi elimizdedir, kendimiz şekillendiririz bize verilen zamanı, kimimize göre ise her semavi dinde olduğu gibi kadere teslimiyet vardır. Yaşanan her şey kaderin bir tecellisidir ve önüne geçilemez. Burada kaderden daha önemli olan şey kaderciliktir.  Çünkü kaderci olan kişinin hayatla başa çıkması daha kolaydır. Onlara göre her şey ta başından itibaren belirlenmiştir ve belirlenmiş bir hayatı yaşamak düşer onlara. Yaşadıklarından, yaptıklarından kaderci olmayanlara göre büyük ölçüde sorumluluk duymazlar, kader deyip geçerler.

Bir tarafta kadere inanan insanlar varken diğer tarafta kadere inanmayan anlık kararların ve basit tesadüflerin hayatın akışını nasıl değiştirdiğiyle ilgilenmeyen, günübirlik yaşayan bir sürü insan var. Kimisi tanrıya ve kadere inanıyor ve hayatın akışını sorgulamıyor, diğerleri ise hiçbir şeye inanmıyor ve  hayatın akışında sorgulamaya değecek bir şey olmadığını düşünmeden yaşıyor; o insanlara göre hayatın akışını düzenleyen hiçbir şey yok, her an her şey değişebilir ve buna şaşırmamak gerek.Yani bir taraftan inananlar bir taraftan inançsızlar… Her iki taraf da anlık kararların ve  tesadüflerin hayatlarımız üzerindeki o muazzam  etkisi üzerine düşünmeyi reddediyor.

Peki ya saylarının çok az olduğunu düşündüğüm, benim gibi arada kalmış insanlar? Tam olarak neye inandığının bilincine varmadan bir şeye inanan insanlar?... Kadere inanmakla inanmamak arasındaki o ince çizgide duranların çoğu işte  bu gruptan geliyor ve basit tesedüflerin ve anlık kararların ne kadar çok şeyi değiştirdiğini düşünen insanlar da bu gruptan çıkıyor.

Zaman demiştik değil mi?

Kalabalık bir dünya, karmaşa, katledilen onca insan, yaşanmış ve hala yaşanan onca savaş, yıkılan onca krallık, elden ele dünyayı dolaşan o kirli paralar, yazılmış ve yazılacak olan onca kitap, kırılılmış binlerce kalp, mutlulukla şerefe kaldırılan kadehler, belki bir sahibi bile olmayan mezar taşları, gökyüzüe uzanan ağaçlar, hergün doğup batan güneş,  doğan onca bebek, gömülmüş veya yakılmış onca beden, acı, hüzün ve gözyaşıdır zaman. Birbirini izleyen hiçbir dakikası birbirine benzemez. Bizi şaşırtan, kandıran kendine bağlayandır zaman. Onun değişkenliğinde bazen şaşkınlıkla, bazen kederle, bazen de mutlulukla dönenir dururuz.

Acınılası bir çabadır bizimkisi, varolmak için verdiğimiz bir çaba. Zaman önümüzde çatal dilli bir yılan gibi uzanıp gider ve kimbilir kaç kişi bu acımasız zaman denen yılanın zehriyle ölüp gitmiştir. Zaman bazen de çıkışı olmayan bir labirenttir. Ve biz çıkış yolunu hiç bulamayız. Geçmişimizle gitgide uzaklaşan hatıralar, geleceğimizin belirsizliği ile, bilinçli ya da bilinçsiz zamana sahip çıkmaya çalışırız. Nafile bir çabadır bizimkisi. Zamanı asla kontrol edemeyiz, yaşadıklarımızı da öyle… İşte bu noktada kaderciler kaderin insafına bırakır kendini, kadere inanmayanlar ise önüne çıkan her zorluğu hayatın akışına bırakıp yaşarlar.

Peki ya benim gibiler?

Tam olarak neye inandığının bilincine varmadan bir şeye inanan insanlar?..
Kadere inanmakla inanmamak arasındaki o ince çizgide duranlar, basit tesedüflerin ve anlık kararların ne kadar çok şeyi değiştirdiğini düşünen insanlar?..

Onlar zamana nasıl karşı koyacaklar, nasıl yaşayacaklar zamanı?



21 Eylül 2014 Pazar

İNTİHAR: ACI, MUTSUZLUK, YALNIZLIK VE NİHAİ SON


    Beethoven son derece etkilenmiş olarak müziğini dinleyen tecrübesiz bir kemancıya dinlediği müziğin sadece kendi duygularını yansıttığını anlatır.” Besteci ne hissediyorsa müziği de odur der: “Sevgi, nefret, acı, telaş, umut... her şey”.

   Yaşamı boyunca sağlık problemleri çeken Beethoven 1801’de işitme problemleri yaşamaya başlamış ve 1817’de tamamen sağır olmuştur.
Sağır olmak, bir müzikçi için, felâketlerin en büyüğü değil midir? Ama Beethoven, sıkıntıları atlatmayı başardı; bir kere intihara kalkıştıktan sonra, en büyük eserlerini besteledi. Ve sessizliğe, yalnızlığa gömülmüş, bestelediği müziği artık ancak kafasının içinde dinleyebilen bu müzikçi, insanlığa ses yoluyla olağanüstü bir kardeşlik ve mutluluk bildirisi aktarmıştır: Schiller'in bir şiiri üzerine bestelediği Neşeye Övgü. Bu onun ünlü 9. Senfoni'siydi. En çok bilinen ve Avrupa Birliği marşı da olan en çarpıcı senfonisi 9. senfonisidir.

    İşte bu yüzden 9. Senfoni acılar içinde geçen, ölüme giden yola karşı  bir duruş olarak çağdan çağa aktırılarak, her çeşit dinleyicinin kulaklarını sahibinin haykırışıyla çınlatır  "Ben Vardım".

    Notalar sonsuza kadar akıp gitse de ve her nota ölümü hissettirse de o ana ulaşabilmenin yılgınlığıyla yaşıyoruz birçoğumuz. Niye çekelim tüm kanlı acıları, çaresiz mücadeleleri, irili ufaklı kaygıları ve tüm bu ümitsizlik içinde nasıl bulabiliriz hayata bağlanacak umudu? Oysa nasıl da ölüyüz yalnızken. Yorgun, soğuk ve yapayalnızız aslında hepimiz. Birçoğumuz bu duruma dayanamayıp intihar eder, intiharı düşünmeyip yaşanan tüm acılara göğüs gerenler ise ya hasta olana ya da ülkemizin ölüm yaşı ortalamasına yaklaştığında hatta geçtiği zaman ölümü düşünüp hissederler. Bazıları ise çağlar boyunca değişik inançlarda sık rastlanan yeniden doğmaya olan inançlarıyla ölüm korkusunu bertaraf etmeye çalışırlar. Bu onların buldukları oldukça kurnaz bir yoldur bana göre. Hayat sanki çok güzel bir şeymiş gibi yeniden ve yeniden dünyaya gelmek; kedi, köpek, soylu biri ve/ya dilenci olmak. Bir zamanlar kelebekken hamamböceği, soyluyken bir dilenci olduğunu bilemeden bitevi bir şekilde tekrar tekrar yaşamak.

    Che Guevara "Bir sınıf olarak aydınların görevi intihar etmektir" demiş. Bence tüm insanlar intihar etmeli. Ancak o zaman var olduğumuzu ispatlamanın bir yolunu bulmuş oluruz. Yok olmak. Sonsuza kadar hiç olmak… Çünkü var olan bir şey yok olduğunda ancak bir zamanlar var olduğunu hissedip yokluğunu duyumsarız.

    Siz bu satırları okurken intihar etmiş olabilmeyi çok isterdim ancak büyük ihtimalle yaşıyor olacağım. Yorgun, soğuk, yapayalnız ve ölümle kol kola… Çünkü intihar yaşadığım karmaşa içinde bir taraftan kaçış- kimilerine göre zayıflık- bir taraftan da cesaret istiyor. Sanırım bugün bu cesareti gösteremeyeceğim.

     Durkheim üç çeşit intihardan bahseder:

  Egoist intiharda kişinin çevresiyle zayıf bağları vardır, bu kişiler kendilerini diğer insanlardan ayrı, kopuk ve desteksiz hissederler.

   Altrustik intihar ise tam tersine sosyal talebe cevaptır, kişi grubuna çok fazla bağlıdır, kendisini toplumuna adar ve önemli olan toplumun iyiliğidir (Japonların hara-kiri eylemi bunun örneğidir)

     Anomik intihar ise kişinin sosyal ilişkilerindeki ani değişim sonucu ortaya çıkar. 

    Sebebi ne olursa olsun intihar etmek edebiyattan sinemaya, müzikten resme sanatın her dalında özel ilgi görmüştür. İntihar eden bir sanatçıysa ölümü de mutlaka sanatsal olur. Kurt Cobain ardında son derece duyarlı bir mektup bırakır. Marilyn Monroe'nun intiharı sır perdelerinin ardına gömülür, Nilgün Marmara sadeliği seçer ama ardında bıraktığı eserleri tartışmalarla devam eder, en yakın tarihte intihar eden Robin Williams ise ardından bir sürü cevapsız soru bırakır ve bu liste uzar gider.

    Oysa intihar eden kişi sıradan, sade bir kişi ise sebebi de sıradanlaşır.  Zavallı, aciz, güçsüz olarak görülür. Ne ünlülerde olduğu gibi methiyeler dizilir ardından, ne sevgi mesajları yağar sosyal medyadan, ne de adına şiirler yazılır. Depresyondaydı, sevdiği kızı alamadı, iflas etti, hayatta hiçbir istediği olmadığı için mutsuzluktan intihar etti denilerek, ölüm şekli kınanarak,  üzerine serpilen toprakla unutulup giderler.









SOĞUK SEVİŞME


Kalan eşyaları sabah yerleştiririm diye düşünüp, gelişi güzel yerleştirilmiş kanepeye uzandı. Yorgunluktan her yerinin ağrıdığını hissediyordu. Oldum olası sevmezdi bu taşınma işlerini. İlk birkaç gün çok yorulacaktı, ama yeni evi ona yeni bir hayatın başlangıcını da getirecekti. Uykusuzluğa ve yorgunluğa yenik düşen göz kapakları yavaş yavaş kapanırken, uykulu gözlerle etrafı süzdü, kalan eşyaları yerleştireceği yerleri zihninde tasarlamaya başladı.

Sabaha karşı ani bir irkinti ile uyandı. Uyku ile uyanıklık arası gördüğü bir düş mü, yoksa gerçek miydi seçemediği bir dokunuş okşuyordu ayaklarını. Gene o geldi, diye geçirdi içinden. Bu onun dokunuşlarıydı, biliyordu. Hep böyle olur olmaz zamanlarda, ansızın geliyordu. İzin almadan, hoşlanıp hoşlanmayacağını sormadan geliyor ve başlıyordu bedenine dokunmaya. Bu sefer ayaklarından başlamıştı ve yavaş yavaş yukarılara doğru çıktığını hissediyordu. Öylesine yorgun ve uykusuzdu ki,  karşı koymaya yetecek gücü bulamıyordu kendinde.  Soğuk nefesi vücudunda dolaşırken tepkisiz bir şekilde kendini tamamen onun ellerine bıraktı. Evet, şimdi yukarılara doğru çıkıyordu, kasıklarındaydı tam da. Dokunmadık hiçbir yerini bırakmıyor, her tarafını yalayarak geçiyordu adeta. Göbeğinden göğsüne doğru süzülürken, üşüme benzeri bir ürpertiyle sarsılarak derin derin nefes almaya başladı. Aldığı her nefeste göğüs kafesi inip kalkıyor, her inip kalkışta onun nefesini göğsünde daha belirgin bir şekilde hissediyordu.

Göğsünde ustaca gezinirken, kendini iyice kaptırdı bu dokunuşlara. İlk başlarda ürperti veren bu dokunuşlar artık hoşuna gidiyordu. Sevişme arzusu arttıkça artıyor, onun dokunuşlarının yetmediğini düşünüp kendi vücudunu okşuyordu şehvetle. Gözlerini kapatmış, bu soğuk sevişmeye teslim olmuştu adeta. Boynundan yukarılara doğru ilerlediğini hissettiğinde, dudaklarını araladı. Her nefeste onu içine çekiyordu. Nefes borusundan ciğerlerine doğru ilerlerken, geçtiği her yerin donduğunu hissetti. Birden” ne yapıyorum ben” dedi kendi kendine. Uykudan açamadığı gözleri fal taşı gibi oldu bir anda. Hızla yattığı yerden kalkıp etrafa şöyle bir göz attı. Açık kalan balkon kapısını fark ettiğinde” tahmin etmeliydim buradan girdiğini” diyerek, kapıyı açık unuttuğu için kızdı kendi kendine. Öfkeyle kapıya doğru gidip çarparak kapattı.


Yerine tekrar uzanıp battaniyesine sımsıkı sarıldığında, hızla uzaklaşan uğultulu sesi geldi kulaklarına. Gülümsedi, “kim bilir şimdi kime gidecek, kiminle sevişecek bu soğuk rüzgâr” diye geçirdi içinden.

Biraz da gülelim :)

20 Eylül 2014 Cumartesi

Bir Dezenfektan Etkisi Olarak Kan


Lady Machbet elindeki çıkması imkansız sandığı kanı temizlemek için kendini
oradan oraya atar, ama bilinen odur ki kan lekesi yıkansa bile çıkmaz, suçluyu ele verir ve ele bulaşmış bir kan bedeli ödenmez bir günahın delilidir.

Yüzyıllardır tanrılara adanan adaklar için akıtılan kan, kurban bayramlarında kesilen kurbanların kanı, komşulara götürülen kanlı et parçaları, kan kardeşliği içi akıtılan kanlar ve gerdek gecesi bakireliğin simgesi olarak akan kan daima kutsal sayılmıştır.

Ama kan akıtmak sadece bu kadarla sınırlı kalmaz. Sudan sebeplerden işlenen cinayetler, kan davaları, töre cinayetleri, devletin terörist diye adlandırdığı (terör için terör yaptığı) onca insandan akan kan ise bir çeşit dezenfektan etkisi yaratmaktadır toplum tarafından. Öyle ya, kan akıtılarak namus temizlenir, çıkan bir kavga sonucu ya da bir kıskançlık krizinde hak savunulur, kan davalarında öç alınır ve devlet tarafından işlenen cinayetlerle ise 'terörist' diye adlandırılan insanlar yeryüzünden kan ile silinmeye, yaşadığımız ülke temizlenmeye çalışılır.

Çok temiz bir ülkeyiz vesselam! Kanın dezenfektan etkisinden yararlanıp her türlü kötülüğü ve pisliği kan ile temizlemeye kalkarız.


“Dişe diş, kana kan, intikam, intikam!” diye bağırırız hep bir ağızdan.

Kendi Kendine Cinsel Hazza Ulaşmanın Yolları

“Hastanelerin özel nörolojik koğuşlarında terapi üniteleri vardır. Bu nöroloji koğuşları vücudun tamamen felçli olduğu ve boyundan aşağı hiçbir tepki vermediği yoğun omurga rahatsızlıklarıyla ilgileniyor.  Rehabilitasyon merkezlerinde, başka şeylerin de yanında, insanlara hem bu durumda nasıl idare edecekleri hem de cinsel zevk yaşamak için vücutlarını yeniden nasıl eğitecekleri öğretiliyor. Bunu insanlara, vücutlarını daha farklı algılamalarını sağlayacak bir işlemle yapıyorlar. Öncelikle insanlara genelde cinsel merkez ya da kösnüllük merkezi olarak görmedikleri kısımlarını öyle görmeyi öğretiyorlar. En ideal bölgelerden biri de çene kemiği altı. Bu bölge fazla temas edilmeyen ama oldukça hassas bir yer. Sonuç olarak insanlara o bölgeye dokunarak doyuma ulaşmayı öğretiyorlar.  Örnek olarak kafasında kel bir noktası olan bir adam oraya dokunarak kendini doyuma ulaştırmayı öğrenmiştir.”



Vücut yüzeyimizin yeniden bir haritasını çıkararak bunu hepimiz kendi çapımızda ufak bir çalışma ile başarabiliriz. Vücudumuzdaki erotik bölgelerinin yerini değişik bir şekilde geliştirebiliriz. Basit bir örnek:  Bir elimizi klitoris bir elimizi penis olarak hayal edip ellerimizi birbirine sürterek doyuma ulaşabiliriz. Ve üstelik bunu pornografik bir durum sergilemeden her yerde yapabiliriz.


Özellikle ülkemizde vücudumuzun bazı yerlerinin kamusal alanda görülmesinin yasak olduğu ve pornografik tanıma girdiği  düşününce yapacağımız bu küçük mastürbasyon gösterisi kuşkusuz pornografiktir ama yasal anlamda öyle bir  ifade taşımıyordurr. Toplu taşıma araçlarında, alışveriş merkezlerinde ve kalabalık diğer ortamlarda avucumuzu birbirine sürterek doyuma ulaşmanın yasal olmayan bir tarafı yok. Ve üstelik sapkınlar, tecavüzcüler için de uygulaması oldukça basit ve kimseye zararı dokunmayan bir yöntemdir bu. Bu yöntemim tecavüz suçlularına öğretilmesi ve dışarı çıktıklarında toplum için bir zarar teşkil etmeyecek duruma getirilmesi gerekmektedir.

19 Eylül 2014 Cuma

KARDEŞİME...

Markete ya da pazara her gittiğimde gözlerim önce mantarları arar. Bakınırım uzun uzun, mutlaka bulurum sonunda. Öylece dururum karşılarında, gözlerimde çocuk gülüşlerimle, dalarım çocukluk anılarıma.

Büyümenin acıları da büyüteceğini bilmediğim yaşlardayım o zamanlar…Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor dışarıda. Biz ise pencerenin ardında yağmurun dinmesini, dışarıya oyun oynamak için çıkacağımız anı bekliyoruz kardeşlerimle. Sonunda hiç dinmeyecekmiş gibi yağan yağmur diniyor ve fırlıyoruz sokağa… Birkaç arkadaşımız daha yağmurun dinmesini fırsat bilip annelerinin, “ sakın çıkmayın, üstünüz başınız çamur olacak” ihtarına kulak asmadan çıkmışlar dışarıya. Hep beraber koşup oynuyoruz,  o yaşlarda her şey mutlu ediyor bizi; amaçsızca koşmak bile...

Yağmurdan sonraki o toprak kokusunu hala anımsıyorum, hala burnumda o unutamadığım eşsiz koku. Derken güneş doğar ve gökkuşağı belirirdi aniden. Bunun ne demek olduğunu hepimiz bilir ve sevinçle etrafa bakınırdık. Hep bu yağmurların ardından, gökkuşağı kendini gösterdiği ilk andan sonra çıkıverirdi mantarlar. Aman Allah’ım! Her yer bir anda bembeyaz oluyor, nasıl da çabucak patlayıveriyorlar topraktan! Önce görenin, önce onu alanın oluyordu çıkan her mantar. Tabii kavgalar da olmuyor değil! “Önce ben gördüm, tam ben alacakken sen beni ittin. O benimdi…” O zamanlar ki tek derdimiz, hangimizin daha çok mantar topladığı oluyor, ileride başka dertlerimizin olacağını hiç düşünemiyorduk o yaşlarda. Topladığımız mantarları eve getiriyor, pişirilmesini bekliyorduk sabırsızlıkla. Sobanın başında mantarların pişmesini beklerken bir gün büyüyeceğimizi, birbirimizden uzaklaşıp yabancılaşacağımızı ve mantar topladığımız o günleri düşünüp o zamanlar ne kadar mutlu olduğumuzu unutacağımızı aklımızın ucundan geçirmiyoruz. O zaman ki tek derdimiz büyümek. Büyüdükçe, yaşça bizden daha büyük arkadaşlarımızın bizi itip kakmasına izin vermeyecek kadar güçlü olacağımızı, en çok mantarı kendimizin toplayacağını ve bu sayede daha mutlu olacağımızı sanıyorduk. Ne büyük yanılgı!

Şimdi, büyükçe sorumluluklarımızın, dert ve kederlerimizin de büyüdüğünü yaşayarak gördüğüm,  Cahit Sıtkı’nın sözünü ettiği o, ‘yolun yarısı’nı da 5 yıl önce geçtiğim yaştayım, ama nerde mantar görsem çocukluk anılarım gelir aklıma. İşte o zaman ‘’keşke!”derim ‘’keşke! Büyümeyi o kadar çok dilemeseydim o yaşlarda. Keşke, en az mantarı ben toplasaydım ve hep çocuk kalsaydım!”

Biliyor musun, şimdi ne zaman yağmur yağsa o günlerdeki toprak kokusu gelir burnuma. Nerede mantar görsem, özenle arşive kaldırdığım eski bir fotoğrafın negatifleri gibi çekip çıkarırım çocukluk anılarımı, bakarım doya doya. Ve biliyor musun, o günlerden sonra ne gökkuşağını ne de güneşi gördüm. Sadece sağanak yağmurlar hüküm sürüyor hayatıma. Mantarlar ise ya market raflarında ya da pazar tezgâhlarında. 

UF OLDUM!

“Anne bak uf oldu”
“Dur da, öpeyim geçsin.”


Ne güzel günlerdi o günler değil mi? Yaralarınızı, acıyan yerlerinizi sevgisiyle, şefkatiyle öpüp iyileştiren biri vardı hayatınızda. Size ne olduğunun anlam ifade ettiği,  size kötü bir şeyler olmasının onu derinden üzdüğü, size önem veren, destek olan, varlığınıza bir zarar geldiğinde o zararı onarmada size yardımcı olan biri vardı hayatınızda
.
 Günün birinde büyüdünüz ve bir başına kaldınız hayatta. Kanayan, acıyan yerleriniz günden güne çoğaldı. Ne öpüp iyileştirecek, ne de sevgi ve şefkatiyle sarıp sarmalayacak kimseler yok yanınızda. Çocukluğunuzun o güzel günlerini, annenizin yaralarınızı öpüp iyileştirdiği günler geliyor aklınıza. Fark edilmek istiyorsunuz, birileri varlığınızı, acılarınızı fark etsin… Ulu orta açıyorsunuz bu yüzden yaralarınızı önünüze gelen herkese. Bakın uf oldum diyorsunuz kimsenin duyamayacağı bir sesle. Gören olmuyor, duyan da… Çektiğiniz acıdan daha acı geliyor bu durum. Kolay değil en zayıf yanlarını hiç tanımadığın insanlara göstermek, ulu orta kanayan yanlarını açmak. Ama fark edilmemenin acısı daha da büyük oluyor ve siz, görünmemek, fark edilmemek ne kadar acı olursa olsun, ısrarla birilerin sizi görüp fark etmesini istiyorsunuz. Yaralarınıza daha büyük anlamlar yüklüyor, sanki yaralarınızla var olacakmışsınız hissine kapılıyor ve hiç değilse onlar sayesinde görünebilir olmak istiyorsunuz.

Bu her ne kadar ruhsal olarak acı verse de, acı verici şeyleri beraberinde getirse de, diğer acıdan (varlığın farkına varılmamasından ve hatta tanınmamasından) daha kolay ve katlanılası bir acıya dönüşüyor.

Siz hayat boyu defalarca kez uf oluyorsunuz; acıyorsunuz, kanıyorsunuz, kırılıyorsunuz, büyük hasarlar alıyorsunuz ama hep yalnız kalıyorsunuz. Doğru ya, artık siz bir yetişkinsiniz. Kendi yaralarınızı kendiniz sarmak zorundasınız. Toplum sizden bunu bekliyor. Bunu beklemeyip sizinle ilgilenen, ilgilenmiş gibi yapan kesim ise sizin en yaralı yerinizden yakalayıp yeni yaralar açmak için fırsat kolluyor. Siz ise çocukluğunuzdan kalma o saf masumiyetle size uzatılan her yardım elini sımsıkı tutuyorsunuz. Günün birinde felaketiniz olacağını bile bile üstelik. Çünkü yalnızlık illetinden kurtulmak için her türlü gayri meşru yola başvurmaya hazırsınızdır. Yalnızlık!.. Yalnızlığınız düşeceğiniz en tehlikeli tuzak oluyor ve hayat boyu siz bu tuzağa sayısız kez düşüp duruyorsunuz. Yaralarınıza yara katıyorsunuz ve gene ulu orta yaralarınızı açıp bak uf oldum diyorsunuz. Kimse görmüyor, kimse duymuyor gene sizi. Yalnızlığınızla baş başa kalıyorsunuz her zamanki gibi….