28 Haziran 2016 Salı

İki Yüzlü Tanrı ve Çok Yüzlü Kulları Üzerine



Maske takmak gizlenmek için yüzü, kimliği, ifadeyi ya da ifade edilemeyeni diğerlerinden saklamak için kullandığımız davranış biçimidir. Gizlenmek çoğu zaman vahşî doğada akıllıca bir davranıştır. Canlının yaşamını uzatır, onu av olmaktan korur ama insan doğasında değişik görünüş kazanabilmek için maske takıp gizlenmek, apayrı bir konu ve önemli bir kaygı kaynağı olmanın yanı sıra kişiyi avcı konumuna düşürür.

Hepimiz hayat boyu en az bir kez olsun toplum içinde ortama uygun bir maske takmak zorunda kalmışızdır. Yetiştirilme biçimimizden kaynaklanan, büyüklerimiz tarafından öğrendiğimiz, kabul edilme ihtiyacımızı karşıladığını düşündüğümüz maskelere zaman zaman ihtiyaç duymuşuzdur. Çocukluktan başlayan kendi olamama durumu, büyüklerin onayını alma kaygısı ile ilk masum maskelerimizi çocuk yaşlarda takınmaya başlayarak, bunu hayatımızın çeşitli kesitlerinde sık sık uygulamışızdır. Bunun yanı sıra bir pazar yerini andıracak kadar çeşitliliğe sahip, her ihtiyaca uygun, her türden, her an alıcısı olan bu maskelerden kullanan da dâhil herkes şikâyetçidir.

Dünyada her şey akıl almaz hızla değişirken, her türlü durağanlığı tamamen dışlamış durumdayız. Aynaya baktığımızda aynı kişiyi görmeye, hatta kendi yüzümüzdeki ifadeyle ikinci kez karşılaşmaya bile tahammül edemeyiz çoğumuz. Durum böyle olunca, yüzlerimizdeki değişim hızı da farklı boyutlarda sürüyor ve değişik maskeler edinmek zorunda kalıyoruz.

Oysa kendi olamamak, gerçek kendini gösterememek, maskelerin arkasına saklanarak yaşamak zorunda kalmak çok meşakkatli bir iştir. Kişiyi mutsuz eder, içinde sürekli bir huzursuzluk hali ile ne istediğini, kim olduğunu bilmeyecek duruma getirir. Kişi maske takarak farkına varmadan kendine yaptığı bu kötülüğün yanı sıra bir de çevresi tarafından dışlanır, yalnızlaşır.

Buna rağmen hayatı boyunca maskelerle dolaşan insanlar vardır, bunca şeyin üstesinden gelerek o maskeleri hala çıkarmayışları takdire şayan bir davranıştır doğrusu.

İnsanlardaki bu iki- belki de bir kaç- yüzlülüğü sorgularken,  asıl sorulması gereken soru şu olabilir:
 Belki de aynı şeyleri görmekten sıkıldığı için binlerce kez evreni değiştiren yaratıcı, kendini de değiştirmiş midir? Yani Tanrı, o eski bildik, tanıdık Tanrı mıdır hala?

Onun da bizler gibi, kendini herkese farklı gösterdiği maskeleri var mıdır acaba?

27 Haziran 2016 Pazartesi

İçmek ya da İçmemek

"Küllük bulunmayan bir eve girdiğimde huzursuzluk duyar ve korkarım" der Lin Yutang, "Oda düzenli ve çok temizdir, örtüler yerlerinde, insanlar doğru ve duygusuz olmaya çalışırlar. Ve ben hemen en iyi davranışlarımı takınırım. Yani en rahatsızlık verenlerini..."
Maggin ise "puro içen hiç kimse intihar etmedi" der. Pipo içen birisinin de karısıyla kavga ettiği görülmemiştir. Çok basitir nedeni: ağzında pipoyu tutmaya çalışırken, bir diğerinden daha yüksek sesle bağırıp çağırmak olası değildir ki!

Uyku tutmayan bir sonbahar gecesi dışarıda sağanak yağmur yağarken, çıtır çıtır yanan sobanızın başında, kediniz kucağınızda geçmişi yâd ederken sadece bir sigara eşlik edebilir o anınıza. Ya da sıcak bir yaz gecesinde, bir deniz kenarında, ılık esen rüzgar yüzünüzü yalayıp geçerken, anılar da kalbinizi şöyle bir yoklar. Bir tane, bir tane daha ve bir tane daha...Sırdaşınızdır sigara, en özel anlarınızı paylaştığınız arkadaşınız. Yalnız kalmak istediğiniz zamanlarda bile yalnız bırakmasını istemediğiniz yegane dost.

Sigara içmeyenler içenlerin sigaradan aldığı tinsel etkileri bilip takdir edemezler ve sigara içenlere ikinci sınıf insan muamelesi yaparlar. Onlara göre sigara içmek karakter zafiyetinin bir belirtisidir ve melankolinin başlıca tanılarından biridir. Kendilerinin daha güçlü iradeli, daha üstün ahlaklı olduğunu ve övünecek bir şeyleri olduğunu düşünürlerken insanlığın en büyük zevklerinden birisini kaçırdıklarını hiç fark etmezler. Oysa sigara içmek, dünyanın olanca acımasızlığı, hayatın çekilmez yükü ve yaşadığınız kötülüklerin tümünü son nefesimizi çektiğimiz sigaranın izmaritini küllüğümüzde ezerek söndürdürürken yok etmeye çalışmaktır bir bakıma

25 Haziran 2016 Cumartesi

Yalnızlık ve Gece

Gecenin en karanlık anında yağmurda ıslanmış bir sokak köpeği gibi yapayalnızken, yüzeysel bir ‘nasılsın’ sözüyle başlayan konuşmalar ne kadar da zavallı bir yalnızlık içinde olduğumuzu bir kez daha hatırlatır bize. Bir önceki günün bugünden farkını kim ayırabilir ki? Hep aynı hüzünlü şarkılar, ezberlediğimiz aşk şiirleri, belleğimizde silinmeye yüz tutmuş mutlu günlerin fotoğrafları… Uyku ilaçlarıyla uyuma çabaları, bazen onlara rağmen uyuyamama sıkıntıları kara bir büyü gibi çöreklenir üstümüze. Göğüs kafesine hapsolmuş yürek çırpınmaktan yorgun düşer.
Tekrar, tekrar ve tekrar aynı sarmal.
Birine anlatılsa? Konuşulsa biriyle? Açıklansa her şeyiyle?
Mümkün müdür kelimelerin sesine hapsolmuş olanı anlatmak?
Neyi, nereye kadar anlatabilir insan? Neyi, ne kadar anlayabilir insan?
Susmak gerekmez mi böyle zamanlarda? Susmanın erdemine sığınmak en büyük sığınağımız olmaz mı?
Gittikçe mahzunlaşıp içine çekilen gözlerdeki kederin nedeni kime nasıl anlatılabilir ki?
Belki de en iyisi susmak.
Susmak ve sessiz kalınan her anda bir yolun daha kapanmasına seyirci kalmak, bir köprünün daha yakılmasına göz yummak ve bütün gemileri ateşe vermek….

23 Haziran 2016 Perşembe

Melankolik Yazılar I

İnsan ona, insan buna, insan herkese ama insan en çokta kendine kızmıyor mu bazı noktalarda?
Bazı noktalarda en büyük kötülüğü biz kendimize yapmıyor muyuz?
Abartılan sevgiler, hak edilmeyen değerler, fazla önemsemeler, hiçbir şeyi boş verememeler.
Hayat içimizden, insanlar hayatımızın içinden geçip gidiyor. İçimizden ne mevsimler, ne kurak kışlar, ne serin yazlar, ne acayip hevesler geçiyor. Ani tökezlemeler, ani düşüşler, ani dibe çöküşler yaşıyoruz. Dizlerimiz, dilimiz, elimiz, ama en çok da gururumuz kanıyor. Tahammülümüz en ince yerinden kırılıyor.
Yaşayarak kaç kez deneyimlesek de bunları, kendimizi koruyamıyoruz. Çünkü her seferinde aynı tuzağa itiyoruz kendimizi. Bu yüzden en çok kendimize kızıyoruz.
Bazen yorgun bir fil, bazen bacağı kırılmış bir köpek, bazen ıslak ve yılgın bir kedi gibi hissediyoruz kendimizi.
Çünkü hayattan çok, çünkü insanlardan çok, çünkü en çok da aşk yoruyor seveni.
Gözün takılıyor baş ucunda yuva kuran örümceğe bazen, bakıyorsun o bile senden daha mutludur, çünkü eşini yemiştir, çünkü hayvanlar boyun eğmez insanlar gibi. Bu yüzden hayvanlar daha mutludur. Biz ise kendine vuran, dişe geçen o yumruğu severiz. Bizim üstümüzde denense de, gördüğümüz bu güce bağımlıyız..
Bazen her şeyin farkına varıyorum ben, bazen hiçbir şeyin farkında olamıyorum. Bazen geliyorlar bana ekseriyetle, ben ekseriyetle bir yerden dönüyor oluyorum. Kıyısından bir ayrılığın, ucundan bir uçurumun, üzüntünün orta yerinden, öfkenin zirvesinden...
İşte gene döndüm ben bir yerlerden. işte gene yorgunum, gene olmaması gereken ama olmuş bir şeyin yorgunuyum. Yapmayı hiç istemediğim işler, konuşmak istemediğim konular birikti iyice. Ama mevsim yaz, hava sıcak. Terle birlikte insanın yüzüne yapışan hüzün, çıkmıyor ki silmekle. 

.Ben bugün böyle, anlaşılması zor, saçma ama gerçek, komik ama acıklı şeyler düşündüm, genelde ben hep lüzumsuz şeyler düşünürüm.
Ben bir peri kızı olup dünyaya iyilik dağıtmak isterdim küçükken ama sıradışı sayılamayacak kadar sıradan bir insan oldum büyüyünce ve kafamın içinde beni tepeden dibe itekleyen melankolim yüzünden yazıyorum.
Biliyorum hiçbir işe yaramadığını ama yazıyorum.
Depresyonla yaşamak zor, belki de bu zorluğun üstesinden yazarak geldiğimi sanıyorum.
Belki de ben yok’um, yazarak var olmaya çalışıyorum.

22 Haziran 2016 Çarşamba

Zaman ve Kadın

Bir zamanlar size çok uzak gibi görünse de, o zamanın geldiğini, gençliğinizde olmayı düşlediğiniz o kadın olmaya başladığınızı görüyorsunuz. Unutuyorsunuz unutulması gereken birçok şeyi yoluyla yordamıyla. Geçmişinize dair ne gurur, ne de hoşnutsuzluk duyuyorsunuz. Acıyan yerlerinizin olup olmadığını anlamak için daldırıyorsunuz elinizi içinize. Bazı sızılar hala varsa da, geçmişin ağırlığını atmış, hafiflemiş hissediyorsunuz kendinizi. Verdiğiniz mücadelelerden zaferle çıkmamış olsanız da, vuruşmuşsunuz gücünüz yettiğince, yenilgi değil de yorgunluk üzerinizdeki, anlıyorsunuz.

Biliyorsunuz, her kadın yorulur zaman ilerledikçe. Durulur, dinginleşir duyguları, eski gözü karalığı kalmaz. Söner heyecanları, yabancı birine baktığı gibi bakar aynadan eski kendine. Hayatının sağlamasını yapar. Çözer kadınlık sırlarını, gözyaşlarını ardında bırakır, sevilmeye fazla gereksinim duymadan, sadece sevmekle yetinebilir. Zamanınızın geldiğini görüyorsunuz siz de. Bir zamanlar olmayı düşlediğiniz kadın olmaya başladığınızı görüyorsunuz. Bu modelin size uyup uymadığına aldırış etmeden alışıyorsunuz bu yeni Siz’e. Olgunluğu nitelendiren bütün iyi niyetli davranış ve sözcükleri yerleştiriyorsunuz hayatınızın içine. Tekdüze, oldukça derli toplu, dikkatli, olabilirlikler karşısında fazla hoşgörülü yeni bir hayata adım atıyorsunuz. Dudağınızın bir kenarında ince bir tebessüm, diğer tarafında ağlamamak için kendinizi tutmanızdan kaynaklanan hafif bir titreme. Kabul etmek istemeseniz de, biliyorsunuz, "YAŞLANIYORSUNUZ..".

19 Haziran 2016 Pazar

Babanız Varsa Eğer


Babası ölenlerden af dilereyerek....


Bir babanız varsa eğer,
Yüzünüze keder öyle her istediğinde gelip oturamaz çünkü bir baba evlâdını en iyi tanıyandır. Kederin gölgesi düşer düşmez yüzünüze, tüm sebepleri kaldırır ortadan. Dudağında bir tebessüm, içinde kocaman bir sevgiyle sarılır size. Yeryüzündeki bütün dert ve sıkıntılar yok olur o anda. Çünkü baba, bir süngerin suyu çektiği gibi çeker alır tüm üzüntü ve dertleri kendine.(Araştırmayın boşuna, babanın bu doğaüstü gücü nereden, nasıl aldığını asla bulamazsınız. Ta ki bir çocuğunuz oluncaya kadar...)

Bir babanız varsa eğer,
Mucizelerin varlığını görüp yaşayarak kabul edersiniz çünkü her babanın sihirli bir değneği vardır. İmkânsızı başarır, olmazları oldurur sizin için. Meselâ bir baba asla parasız kalmaz. Değdirdiğinde sihirli değneğini cebine, boş olduğunu bildiğiniz cüzdanı istediğiniz bir şeyi alabilecek kadar parayla dolar. (Bir arkadaşından borç almak ya da bir/kaç faturayı ertesi aya sarkıtmak bu sihrin bir parçasıdır ama baba, asla sihrin formülünü vermez çocuğuna. Nasılsa bu sihirli değnek, çocuğu olduğu ilk gün verilecektir her babaya)

Bir babanız varsa eğer,
Korkusuzca, sere-serpe kurulup oturursunuz hayatın orta yerine. Siz görmeseniz de, babanız daima etrafınızdadır. Pençelerini çıkarmış bir şekilde dolaşır, gelen her türlü tehlikeyi ve tehlikeli insanları sizden uzaklaştırır. (Bir baba görünmezliğin sırrını çözmüştür evlâdı için ama siz bu sırra o anda nail olamaz, ancak baba olunca varırsınız.)

Bir babanız varsa eğer,
Asla karanlıkta kalmazsınız. Şafağa varmayacağını bildiğiniz en karanlık gecelerinizi ışığıyla aydınlatır babanız. Dolayısıyla karanlıktan hiç korkmazsınız. (Bir ışık kaynağı olarak baba, bilimsel araştırmalara konu olmalıdır)

Bir babanız varsa eğer,
Yanıldığınızda, yorulduğunuzda, yenilginin tam orta yerinde durduğunuzu hissettiğinizde onu daima yanınızda bulursunuz. Gerekirse savaşır sizin yerinize. Kendi kişisel hayatı mağlûbiyetlerle dolu olsa bile, her baba evlâdı için verdiği savaşta galip gelir. (Bkz: Gazeteler, kitaplar, filmler, haberler...)

Bir babanız varsa eğer,
Yalnızlığın, mutsuzluğun ve dahi umutsuzluğun o karanlık dehlizlerinde asla gezmezsiniz çünkü babanızın eli daima üstünüzdedir. Ne zaman düşecek olsanız o karanlık dipsiz boşluğa, sizi anında çekip alır. ( Bu gibi durumlara hazırlıklıdır her baba, işte bu yüzden yüreğinde daima sağlam bir halat taşır)

18 Haziran 2016 Cumartesi

Aslı Erdoğan'a Mektup

Sevgili Aslı Erdoğan,

Uzun süredir bendeki senle konuşup duruyordum ve bu kendi kendine konuşmayı somutlaştırmak adına sana yazmaya karar verdim. Sen de bilirsin ki, kendi kendine konuşmak pek sağlıklı bir şey değildir ve aynı zamanda hakkında konuştuğumuz kişinin bundan haberi olmadığı için dürüst bir davranışta sayılmaz bu.
Sık sık yaptığım gibi bu sabahta seni okuyarak güne başladım. Gece çok geç yatıp sabah da çok erken kalktığım için uykum gelmeye başladı ve kitabınla yatağıma geçtim, uyuyup kalmışım kitabın kucağımda. Uyandığımda kendimi sana sarılmış bulmak inanılmaz keyif vericiydi. Son günlerde bunu sık sık yapar oldum ve bu durumdan oldukça mutluyum.Bir kaç gün önce cebimdeki bütün paramla senin dört kitabını aldım (param yetmedi ve zorla sekiz lira indirim yaptırdım. Bir kitabını dahi bırakıp sonra alamazdım. Orada,o anda benim olmalıydı hepsi)ve onlar bittiğinde kelimelerinden uzak kalacağım için şimdiden üzülmeye başladım. Umarım yakın zamanda yeni kitabınla buluşabilirim.

Seninle çok geç tanışmış olmanın verdiği üzüntünün yanı sıra, seni tanımış olmanın mutluluğu içindeyim.Keşke daha erken tanısaydım gibi klişe bir laf etmeyeceğim. ‘Keşke’lerle yaşamayı bırakalı çok oldu çünkü. Artık hayatın verdikleriyle yetinen, yaratıcıya isyan etmek yerine boyun eğen bir kadın oldum. Bu durum başkalarınca, direnmek yerine pes etmeyi seçen korkakça bir teslimiyet gibi algılansa da, olmayan düşmanla savaşıp gücümü tüketmektense, olduğum yerde durup güç kazanmak ve içimdeki diğer ben’le savaşacak gücü bulmak daha akıllıca geldi bana ve işte bu noktada, tam da bu noktada varlığını yadsınamayacak bir şekilde yanımda hissettim. Kitapların, köşe yazıların, seninle yapılan röportajlar, hakkında yazılanlar günlük hayatımın bir parçası oldu.Her gün bir şekilde seninle oluyorum, sana dair yeni bir şey öğreniyorum ve seni tanıdıkça,kelimelerinle tanıştıkça seni daha çok seviyorum.

Zayıf yanlarını bilmek, yaralarını bunca uzaklığa rağmen görmek,kelimelerinin ruhuma kement atmasına izin vermek hayatla aramdaki pamuk ipliğini güçlendiriyor, yaşama azmi veriyor. Eminim ki kişisel yaşantın ve kitapların her okuyanda benzeri etkiler yaratıyordur. Buna rağmen kişisel yaşantınla gündeme gelmen, zayıf yanlarının güçsüzlük, ya da reklam amacıyla senin tarafından lanse edilmiş gibi gösterilmesi bir okurun olarak çok can sıkıcı. Edebiyat dünyasının bir diğer yüzünü, o çirkin yüzünü keşke senin gibi değerli bir yazarı harcamaya yönelik tavrıyla tanımak zorunda kalmasaydım. Neyse ki, kendi ülkende görmediğin o saygıyı ve değeri diğer ülkeler fazlasıyla gösteriyor ve dünya edebiyatında layık olduğun o yere seni oturtuyorlar. Okurun olarak bunu görmek çok gurur ve mutluluk verici.

Sana bir şeyler hatırlatmak elbetteki haddim değil fakat her durumda haddimi bilmeme rağmen bu konuda haddimi aşacağım. Bunun için beni bağışla lütfen. Başarılı bir yazar olmanın, kaliteli eserler yaratmanın, ötekileştirilenlerin sözcüsü olmanın yanı sıra sen, acı çekmiş, ağır yaralar almış, hayata bir şekilde tutunmaya çalışan ve/ya tutunmaktan vazgeçmiş kadınlar için bir rol modelsin de. Bizler içinde savaşmalısın hayatla ve insanlarla. Emin ol ki hayatın bir şekilde bir kadına örnek olacak, ona yaşama gücü verecek, onun tesellisi olacaksın.

Sevgili Aslı, insan olmanın gerektirdiği tüm erdemlere sahip olmanla, hayata karşı duruşunla, eserlerinle, duygu ve düşüncelerinle sen çok güzel bir insan, çok güçlü ve özel bir kadınsın. Lütfen aynı şekilde devam et.
Sevgiler….

17 Haziran 2016 Cuma

Facebook Şairi

Şiirim geldi ben de yazacam 
Tutmayın a dostlar şair olacam

Ölçü uyak bilmem doğaçlama yazarım
İkinci yeniden daha yeniyim kalıbımı basarım

Şiire getirdim yeni bir soluk
Beğeniler geliyor bak oluk oluk

Parayı denkleştirince ben de kitap basıcam
Satmasına gerek yok eşe dosta dağıtacam

Eleştiriye hiç gelemem egom göklerde
Beni buraya siz çıkardınız sürünürken yerlerde

Artık adım şairdir soyadım yazar
İyi yazmasam da olur aman canım kim takar

Fuar fuar gezer kitabımı tanıtırım
Havamdan da geçilmez şuh imzalar atarım

Parmaklarım nasır tutsa da yazacağım, yazar'ım 
Beni sizler yarattınız hepinize minnettarım



Bana İstediğimi Sor


          İlk ne zaman büyüdüğümü fark ettim, ilk ne zaman büyümek zorunda bırakıldım sorulmadı bana.
          İlk neye, niçin, kime ağladığım, ilk beyaz ne zaman düştü saçıma sormadı kimse. İlk ihanete uğradığımda ne hissettiğim, ilk ne zaman ölmek istediğim. İlk intiharımı neden gerçekleştirdiğim, yoğun bakımda gözlerimi ilk açtığımda neler söylediğim kimsenin umurunda olmadı hiç. On parmağım da sorunsuz işlevini görürken, neden tek serçe parmağımla hayata dokunduğum, yaşamak için tutunduğum hayallere erişemeden neden yok olduğum kimsenin ilgisini çekmedi. Alkole, sigaraya düşkünlüğüm yadırgandı, kızıldı da neden içtiğimin kimse farkına varmadı. Gereksiz ne kadar soru varsa soruldu da, konuşurken sesimin çatallaşması, gözlerimin hep bir noktaya dalması, bunca olumsuzluğa rağmen neden yüzümde hep bir gülümsemenin olması sorulmadı.

         Detay sevmeyen hiç kimse ile anlaşamıyorum bu yüzden. Oldukça huzursuzum, çokça mutsuz. kimsenin işine yaramayacak ne kadar lüzumsuz soru varsa sordular çünkü.
Din, mezhep, memleket, eğitim, aile, iş, çevre, yaş....
Üst mü, alt tabaka mı diye, bizden mi ötekilerden mi diye ayrıştırmak için ehemmiyetsiz ne kadar soru varsa hepsini teker teker  sordular.
         Ya parasıyla beni ezmek yanımda oldular  ya da yoksulluğunu bende görüp gerçeklerle yüzleşmek istemedikleri için kaçtılar hep.
          Ya egoları kucaklarında beni dinlediler ya da salya akıtarak elde etmek istediler.
        Ya bizden değilsin diye dışlandım ya da “bu da bizden” diye yapmacık sevgi gösterisiyle sarılıp sarmalandım.

         Bana çayımı ne yöne karıştırdığım sorulmadı. Böylelikle çayı şekersiz içtiğim hiç bilinmedi.

         Bana en sevdiğim meyve, en sevdiğim renk, en sevdiğim kitap/yazar, en çok gitmek istediğim ülke, günün en çok hangi saatini sevdiğim, varsa bir idealim sorulsun isterdim.
Doğru cevap için doğru sorular sormak gerekli çünkü.
Bir insanı tanımak doğru sorularla mümkündür ancak, nüans aramakla ve her insan ayrıntılarda gizlidir, verdiği cevaplarda.

         Ah, ne yazık ki kimse kimseyi bulmak istemiyor artık.

13 Haziran 2016 Pazartesi

Sevgiliye...

Beni bilirsin sevgilim.

Dağınığım biraz, çokça unutkan, fena halde kırılgan, çözülmeyi bekleyen bir soru gibi karmaşık, sıkı sıkıya bağlanmış bir düğüm gibi zorum zaman zaman.
Düz yolda insanları ezip geçmektense, uçurum kenarlarındaki hakkaniyetli patikalarda düşmeyi göze alarak, merhametli yürüyüşleri severim. Sırça bir saraydır her insan benim için, ama kendimi hoyratça kırar dökerim.
Sabırla, gocunmadan, üşenmeden yazıya dökebilirim de kendimi, söze geldi mi susar, duygularımı ifade edemeyecek kadar acizleşirim.
Ne nizam, ne intizam vardır iç dünyamda. Çalkantılı sulardan korksam da, kendi içimde her gün dev dalgalarla mücadele ederim. Adını bilmediğim bir ot, her çeşit mikrop ve dahi her türlü mahlukatı gerekli görsem de hayat için, "ne gereğim vardı ki bu dünyaya geldim?" girizgahıyla dile gelmiş cümleleri severim.
Taşıyamayacağım sıfatlar yüklenince, altında ezilmemek, hayal kırıklığına uğratmamak için yükleyeni, sürüne sürüne gider, yıkılmam da, kendime çelme takmakta beis görmez, hayallerimi düz yolda tökezletirim.
Beni bilirsin sevgilim.
Değişkenim oldukça. Duygularım, düşüncelerim değişir sık sık. Gücüm de, güçsüzlüğüm de hayallerimin ötesindedir. Gücüm bitti dediğim yerde koşarak başlarım yaşamaya. Sakin adımlarla gezerken dünyayı, tıkanır, yığılır kalırım olduğum yere.

Yazdım, yazdım da anlayamadım, bilemedim kendimi. Sen anla, sen bil beni sevgilim.
Değişmeyecek bir kanun gibi bil beni.
Çünkü değişmeyecek bir kanun gibi seviyorum seni.
İyi ki seviyorum seni Mehmet Kamil

10 Haziran 2016 Cuma

Biz İyi Olacağız

                        

             MAR

“Bak” diyor adam, “öldürmelisin yılanları. Yoksa seni ve beni sokup öldürür.”
 “Nasıl sokar, sokmak ne?” diyor kız.  
“Yani ısırır. Kocaman ısırır ve öldürür bizi.”  
Kızın aklına annesinden saklı, kömürlüklerinde beslediği yavru kedi geliyor. Tam alıştığı sırada ölmüştü. Ölümün yokluk, üzüntü ve yalnızlık getirdiğini biliyor o sebeple. Yüzünde o gün yaşadığı acı beliriyor.
“Hem bak, böyle boğazına sarılıp, boğar seni,” diyerek kızın boğazına iki eliyle sarılıp sıkıyor.
 “Anladın mı?” diyor. “Öldürecek misin?”
Kız nefessiz kalıyor. Korkudan gözbebekleri büyümüş, dehşetle bakıyor, başını sallıyor. Adam omuzlarından tutup yukarı aşağı hoplatıyor.
“Böyle İşte! Var gücünle hoplayacaksın üstünde. Yoksa başka türlü ölmezler”
Kız, görmediği ama altında, adamın pantolonun içinde olduğunu hissettiği yılanların üstünde hopluyor sürekli.

“Bu sefer daha çok yaklaştım, bir uzatsam elimi dokunacak gibiyim. Kızı adamın kucağından çekip alacak, “korkma” diyeceğim. “korkma, o şey yılan değil! Kandırıyor seni.” Kızı, hayallerini, umutlarını, insanlara olan güvenini, sevgiye olan inancını bu sefer kurtaracağım. Çok az kaldı, sadece bir adım, bir adım daha! “
“Yıllarca yürüdüm düşe kalka, koştum nefesim kesilinceye dek, defalarca yolumu kaybettim; dar yollarda, karanlık gecelerde, çıkmaz sokaklarda hep seni aradım. Bacaklarım taşımaz oldu, emekleyerek ilerledim.  Dizlerim kanadı, ellerim kanadı, yüreğimden oluk oluk kan aktı. Yılmadım. Sana gelecek her yolu denedim.  İşte, sonunda başardım! Hiç bu kadar yaklaşamamış, seni kurtarabileceğime inanamamıştım. Değdi yıllara, yollara, yaşadığımız onca acıya. Az sonra bitecek hepsi. Dayan, korkma küçük kız!”
Var gücümü toplayıp o son adımı atmaya hazırlanıyorum. Çekip alacağım kızı, korkularından arındıracak, saracağım sımsıkı. Onu hiç bırakmayacak, hep yanında olacak, koruyacağım bundan böyle. Bir adım, sadece bir adım daha.
Kaybettiğimi sandığım gücüm mucizevî bir şekilde geri dönüyor. Kararlı, kendinden emin bir duruşla dimdik ayağa kalkıyorum. Yırtıcı bir hayvana dönüşmüş gibi hissediyorum kendimi. Pençelerimi çıkarıyor, yavrusunu kurtarmak isteyen bir anne aslan gibi atılıyorum ileriye doğru. Uzatıyorum elimi kıza, tam saçlarından kavrıyorum, adam omuzlarından tutmuş sımsıkı, bırakmıyor. Ha bire hoplatıyor kucağında.
“Az kaldı” diyor, “devam et, az sonra ölecekler.”
Nefes nefese kalmış adam. Gözleri kapalı, kendinden geçmeye başlıyor. Yer ayağımın altından kayıyor o anda. Var gücümle asılıyorum kızın saçına. Çekiyorum, tutam tutam saçları elimde kalıyor. Bir boşluğa düşmeye başlıyorum. Düşüş hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor.
“Kalk oradan,” diyorum. “Kalk ve kaç!”
Sesim boşlukta yankılanıyor. Kız duymuyor beni. Adam, son bir kez derin nefes alıyor, sesi kesiliyor. Kız verilen görevi yerine getiriyor.

 Hiç bitmeyecek sandığım düşüş sona eriyor. Sert bir zemine çakılıyorum. Daracık bir yer, hareket edemiyorum. Üstümde bir şeylerin gezmeye başladığını fark ediyorum. Elimle yokluyorum, kaygan bir şey elimden kayıp gidiyor. Bir başkası geliyor ve akıp gidiyor sonra. Derken başkası, başkası, başkası… Gözlerim karanlığa alışmaya başlayınca yılanlarla dolu bir kuyunun içinde olduğumu fark ediyorum.  Yüzlerce yılan geziniyor vücudumun üstünde. Kollarımdan, bacaklarımdan sarılmışlar sımsıkı, hareket edemiyorum. Burun deliklerimden, kulaklarımdan, ağzımdan içeriye kıvrıla kıvrıla giriyorlar. İkisi göğsüme çöreklenmiş, çatal dillerini dışarı çıkarmış tıslıyorlar.  Bacak aralarımda geziniyor bazıları, bacaklarımı sıkıp ilerlemelerine engel olmaya çalışıyorum ama nafile. Oradan da giriyorlar içeriye.  İçim yılan ini gibi. Her kıpırtılarını hissediyorum. Beynime çöreklenmişler, gözlerimden dışarıya fırlıyorlar, karnım davul gibi olmuş. Bacak aramdan boyna girip karnıma yerleşiyorlar. Ağzımdan, burnumdan, kulaklarımdan, her yanımdan yılanlar girip çıkıyor. Boynuma dolanıyor bir tanesi. Öyle uzun ki, kat kat sarıyor boynumu. Sonra kasıyor kendini, bir anda nefesim boğazımda düğümleniyor. Bağırmak mümkün değil, nefes almak artık imkânsız. Gözlerimin dışarıya fırladığını hissediyorum, yüzümde bir basınç, bütün damarlarım patlayacak biraz sonra. Gözlerim kapanıyor, kendimden geçiyorum yavaş yavaş. Ölüm bu olsa gerek. Yüzlerce yılanın aynı anda tıslaması oluyor son duyduğum.

Yüzümde bir şeyler dolaşıyor, gene yılan olduğunu sanıyorum, ürperiyorum aniden. Ama bu imkânsız, ben biraz önce ölmüştüm. Uğultu halinde sesler duyuyorum, yılan tıslamalarıdır, diyorum, kulak kabartıyorum, hepsi insan sesi. Seviniyorum, beni kurtarmaya geldiler sonunda!
İki yılan çöreklenmiş gözlerimin üstüne, açamıyorum. Birileri başımda konuşuyor, anlamıyorum. Ben de konuşmaya başlıyor, yardım istiyorum. Sesimi yutmuş gibiyim, kimse duymuyor. Yüzümdeki o şey dolaşıyor hala. Yılanların soğuk dokunuşlarına benzemediğini fark ediyorum.  Sıcak, şefkatli bir elin okşayışı bu, duyduğum sesler netleşmeye başlıyor yavaş yavaş. Annem, “kızım” diyor. “Kızım, uyan, bak biz geldik!” Konuşamıyor, kıpırdayamıyorum. Gözlerimden ince ince yaşlar sızıyor. Annem ellerini gezdiriyor gözlerimde, yaşları siliyor. Gözlerime oturan yılanlar bir anda yok oluyor. Hafifliyor göz kapaklarım, usulca aralıyorum.
Annem ağlıyor karşımda. Yaşlı yüzü daha da yaşlanmış geliyor o anda. Çizgilerine yenileri eklenmiş sanki. Ne zamandır görmedim onu, yıllardır mı? Bu kadar yaşlandığını neden fark etmedim? Kafamı çevirmeden gözlerimle bakıyorum etrafa. Babam, kardeşlerim, çocuklarım, arkadaşlarım, hepsi yatağın etrafını sarmışlar. Hepsinin yüzünde aynı endişe, aynı üzüntü var. Ne olduğunu, nerede olduğumu anımsamaya çalışıyorum.

Yeni bir intihar girişiminin sonunda, yıllardır tedavi gördüğüm bir hastanenin psikiyatri servisine yatırmışlardı beni.   Yoğun bir ilaç tedavisine başlanmıştı. İlaçları içtikten bir süre sonra kaskatı kesiliyor, felç olmuşçasına yığılıyordum yatağa. Yarı baygın bir halde, ilaç saatim geldiğinde uyandırılıyor, içtiğim yeni ilaçların etkisi ile tekrar derin bir uykuya dalıyordum. Zaman kavramını çoktan yitirmiştim. Hangi günün hangi saatindeydik, sabah mıydı akşam mıydı, farkında değildim. Ne zamandan beri hastanede yatıyordum hiçbir fikrim yoktu. Günlerden sonra diğer hastalar gibi benim odamın da kapıları sabah kilitlenip akşam saatlerine kadar kilitli kalıyor, uyumamıza engel olunuyordu. Televizyon ve sosyalleşme odalarında vakit geçirmeye zorlanıyorduk.  Sosyalleşme odasında, kitaplar, defterler, boyalar, iskambil kâğıtları, tavlalar, puzzle’lar vardı. Herkes bir uğraş buluyor, onunla oyalanıyordu. Bazıları televizyon odasındaki koltuklara yayılıp dizilerin tekrarlarını, kadın programlarını izliyordu. Oldukça büyük bir koridor vardı. Langırt ve masa tenisi konulmuştu oraya da. Kimisi volta atıyor, kimisi langırt ya da tenis oynuyordu. Televizyon odasındaki koltuklarda boş yer bulursam orada oturduğum yerde uyuyordum. Yer bulamadığımda sosyalleşme odasına gidip spor yapmamız için bırakılan matları kuytu bir köşeye, yere sererek uyumaya çalışıyordum. Ruhumun acı çektiğini, sadece uyuduğumda bu acıyı hissetmediğimi, o yüzden sürekli uyumak istediğimi söylesem de kimse dinlemiyor, hemşireler ya da hasta bakıcılar uyurken gördüklerinde tutup kolumdan zorla kaldırıyorlardı.
Bazen yatağa bağlanmış bir halde buluyordum kendimi. Erkek arkadaşım yanımda refakatçi olarak kalıyordu çoğu zaman. Onun anlatmasına göre kendime zarar vermeye kalkıştığım için sakinleştirici yapıp yatağa bağlamak zorunda kalıyorlardı. O anları genelde hiç hatırlamazdım. Anlattığı şeyleri gerçekten yapmış olabileceğime ihtimal vermezdim. Kendimden korkmaya başlamıştım. Kendimi kontrol edemiyor, yaptıklarımı hatırlamıyordum. Güvenliklere, hemşirelere saldırıyor, kırılmaz camları kırmaya çalışıyor, elektrikli kapılar açılıp kapanırken kaba kuvvet göstererek kaçmaya çalışıyor, kendimle birlikte diğer insanlara da zarar veriyordum anlatıldığına göre. Yaptıklarım anlatıldıkça kendimden daha çok nefret ediyor, ölmeyi daha çok arzuluyordum. Yaşamın anlamsızlığına ve hayatta oluşumun gereksizliğine inanmıştım daima. Burada olduğum zamanlarda bu inancım daha da pekişiyordu. Elime geçen her ölme fırsatını değerlendiriyor, bıkıp usanmadan yeni intihar girişimlerde bulunuyordum. İlaçlarla insanları yaşatmaya, mutlu olacaklarına inandırmaya çalışıyorlardı burada. Herkes yarı baygın bir halde dolaşıyordu. Yaptıkları umutlu resimleri ve sahte teselli veren sözleri özenle duvarlara asıyorlar, iyileşeceklerini, mutlu olacaklarını umut ediyorlardı. Gördüğüm her resim ve yazıyı yırtıp atıyor, yerlerine kâbuslarımda gördüğüm yılanları çiziyor, hiçbirimizin asla iyileşmeyeceğini, bir gün buradan çıkabilecek duruma gelsek bile asla diğer insanlar gibi olamayacağımızı yazıyordum. Bu hareketlerimle diğer hastaları olumsuz etkilediğim için sürekli hemşireler ve doktorlar tarafından azar işitiyor ama yaptığımdan asla vazgeçmiyordum. Gerçeklerle yüzleşmelerini, boş umutlara kapılmamalarını istiyordum ya da onlardaki o umut ve iyileşme isteğine sahip olamadığım için içten içe kızıyordum onlara. Sebebini tam olarak bilmediğim bir dürtü ile karamsarlıklarımı, umutsuzluğumu resmedip yazıya dökerek herkesin göreceği yerlere asıyordum durmadan. Buradan çıkıp hayata katılmanın değil, çıktığım ilk gün başarılı bir intiharla yaşantımı sona erdirmenin düşünü kuruyordum daima.

Annem gözyaşları içinde eğilip öpüyor beni. Nezaketen de olsa öpmek gelmiyor içimden. Kıpırtısız duruyorum. Sonra diğerleri sırayla eğilip öpüyor. Neredeyse bütün aile ve arkadaşlarım gelmiş ziyaretime. Sadece oğluma kızıma karşılık verip öpüyorum. Babam, kardeşlerim, onların eşi derken, üstüme eğilen o yüzü görüyorum. Pis gülümseyişiyle birlikte ağzından yılanlar dökülüyor üstüme. Çırpınmaya başlıyorum, iteliyorum kendimden uzaklaştırmak için. “Yılan” diye bağırıyorum. “Yılan, git buradan! Gittt!..”  Her şey kararıyor bir anda. Hızla düşmeye başlıyorum. Duvarlarına çarpa çarpa gene yılan dolu o kuyuya düşüyorum.



VENOM

Kaç yaşındaydım o zamanlar? İnsanlara güvenecek, onları sevecek, yılanlardan korktuğum için her şeyi yapacak kadar ufak yaşlardaydım galiba.  İki odalı gecekondumuzda henüz üç kardeştik. Babam çok genç ve yakışıklıydı o yıllarda. Bir giyinip çıkması vardı sokağa, annem çekemezdi o hallerini. “Forsunu gören de adam sanacak! Kendine baktığın gibi bir gün bana, çocuklarına bakmazsın” diye, genellikle kavgaya dönüşen sitemlerde bulunurdu. Mahallenin en yakışıklısıydı babam. Yüzüne bakınca sevme isteği gelirdi içimden daima. Sarılmak, öpmek isterdim ama hiçbir zaman buna cesaret edemedim. Öyle mesafeliydi ki bize karşı, sanki onun çocukları değildik. Mahalledeki arkadaşlarımı babasının elinden tutmuş bir yerlere giderken gördüğümde hep içim sızlardı. Sadece bayramlarda öptürmek istediğinde tutup dokunabilirdik eline. O anda sarılmak, defalarca öpmek, hiç bırakmak istemezdim o sıcak yumuşaklığı. Diğer zamanlarda ise yüzüme ya da vücudumun diğer yerlerine öfkeyle indiğinde hissederdim elini. Bazen çok ağlardım dayak yiyince. Yediğim dayağın acısından değil de babamın beni sevmemesindendi akan yaşlar. Ama annem babasız çocukların halini anlatınca,  en azından dayak atacak, kızıp bağıracak bir babam var diye teselli olurdum.
Annem babama göre oldukça yaşlıydı. Babam bunu sürekli başına kakar, “ üç çocuklu kadındın benimle evlendirdiklerinde,  dua et de boşamıyorum seni,” diyerek ilgisizliğine ve sevgisizliğine gerekçe olarak annemin yaşlılığını gösterirdi. Annem sürekli ağlardı. Sadece babamın yaptıklarına ağladığını sanırdım ilk zamanlar ama o, kısa süre sonra onlara kavuşacağını bilmeden, ilk evliliğinden olan üç çocuğu için de ağlardı. İki ağabeyimiz ve bir ablamız olduğunu, kocası ölünce kaynıyla evlendirmek istedikleri için çocuklarını bırakıp ailesinin yanına döndüğünü ve sonra babam henüz askere dahi gitmeden onunla evlendirdiklerini anlatırdı.
Bize rağmen evlat hasreti çekmesini anlayamazdım ve çok üzülürdüm bu duruma. O anlarda sarılır, “biz varız anne,” derdim. Yetemezdi anneme sarılmamız, varlığımız. Yanıp tutuşurdu bıraktığı çocukları için. “Anasız babasız kim bilir ne yapıyorlardır garibanlar? Şimdi en büyüğü koca adam olmuştur,” diye yaşlarını hesaplamaya çalışırdı. “Yakın yer olsa hiç değilse gider, uzaktan görürüm ama Yozgat neresi, İzmit neresi,” diye dövünüp dururdu. Babamdan saklardı çocukları için ağladığını. Ya saklı gizli ağlar ya da babamla kavga ettiği sıralarda, kavga sebebi yüzünden ağlıyormuş gibi, onları da katardı üzüntüsünün içine.  O günler aklıma geldikçe annem iki yaşlı göz olarak gelir aklıma.
Kısa süre sonra onlar da dâhil oldu hayatımıza. İzini sürerek annemi bulmuşlardı. Genişlemişti ailemiz bir anda. Yaşayan tek bir akrabası kalmayan, sahipsiz annemi arkalayacak birilerinin olmasının verdiği mecburiyetten mi, yoksa insani bir kabullenişle mi, bilinmez, babam umulmadık biçimde kabul etmişti varlıklarını. Annemin mutluluğuna diyecek yoktu. Kaybettiği yılları unutmak ve unutturmak istercesine onlara veriyordu bütün sevgisini. Biz umurunda değildik. Buna rağmen ben çok mutluydum çünkü hiç yoktan beni seven bir abla ve iki ağabey sahibi olmuştum. Artık elimden tutup parka götüren, beni kucaklayıp seven, hediyeler alan, beni dinleyen, özleyen, seven birlileri vardı.
İnsan sevildikçe sevgi arsızı oluyormuş. Hele de bu, o zamana kadar hiç sevgi görmemiş ufacık bir kız çocuğuysa eğer. Çocukluğun o masum sevgisiyle ilgi gördüğü herkesi sevebiliyor, ona inanabiliyor ve aynı masum sevgiyle kendisinin de sevildiğine inanabiliyormuş. Yanıldığını anlamak ise yıllar alıyor, yıllarını, hatta tüm ömrünü elinden alabiliyormuş.
Yılanlarla tanışmam o günlere denk gelmişti. Babamın sevgisizliği, annemin ilgisizliği, yeni insanların hayatımıza girişi, sevgiyi ilk kez tadışım ve doymayışım, yabancılara güvenmeye başlayışım…
Minnet duygusu sanırım çocukluğun ilk evrelerinde başlıyordu ya da ben, çok erken tanışmıştım bu duygu ile. Koşulsuz gördüğünüz sevgi, ilgi, elinizden tutan sıcacık bir el, sımsıkı saran şefkatli bir kucak, öpüp koklamalar var karşınızda ve siz bunlardan mahrum bir çocuk olarak geliyorsunuz o yaşa.  Günün birinde yılanlar çıkıyor ortaya ve size o sevgiyi sunan insanın hayatı söz konusu oluyorsa,  yılanları öldürmekten başka seçeneğiniz kalmıyordu. Ölesiye korksanız da, öldürmek zorundaydınız o yılanları.
Çocuk aklımla, bana ne deniliyorsa inandım ve denileni yaptım ben de. Her dirildiğinde korkarak, ağlayarak öldürdüm yılanları. İlk günün gecesinde yılanlar görmüştüm rüyamda. Korku ile uyanıp ağlamıştım ve tekrar uyumaya korkmuştum. Ya ben yokken yılanlar tekrar ortaya çıkarsa, ya ona zarar verirlerse? Korkularım yetmezmiş gibi bir de bunun için korkuyordum. Bulduğum sevgiyi kaybetmekten çok korkuyordum.
Bazı geceler ben yılanları öldürürken onun çıkardığı seslerin benzerini babamın çıkardığını duyardım. Kulağımı duvara dayayıp korku ile annemin yılanları öldürmesini beklerdim. Anneme babama yılanlar zarar verecek diye çok korkar, onlara bir şey olmaması için dualar ederdim. Neyse ki annem de biliyordu yılan öldürmeyi ve babamla annem her sabah canlı bir şekilde çıkıyordu karşıma. O zamanlar nasıl mutlu oluyordum anlatamam.
Bir gün anneme, “sen yılanlardan korkmuyor musun?” diye sormuştum. Çocukları gelecekti ve telaşla yemek yapıyordu mutfakta. Ayakaltında dolaşıyorum, bu saçma soruyu da şimdi nereden çıkarıyorum diye azarladı beni ve kovdu mutfaktan. O günden sonra hiç kimseye yılanlardan bahsetmedim. Hem zaten bu aramızda sır olarak kalmalıydı, yoksa yılanlar ikimizi de öldürebilirdi.

                Yıllar sonraydı. Mahalledeki bizden büyük ablalar aralarında konuşurken saklıca onları dinler, eğlenirdik arkadaşlarımla. Konuları hep erkeklerdi. Biz de merakla onlara sokulur, başka şeylerle ilgiliymişiz gibi davranıp kulak verirdik konuştuklarına. İlk onlardan duymuştum yılan sandığım şeyin aslında ne olduğunu. Öyle bir hayal kırıklığına uğramıştım ki, üzüntüden sessizce ağlamaya başlamıştım. O çok sevdiğim insan beni kandırmıştı. Bana onca korkuyu boşuna yaşatmıştı. Onun için üzülüp dualar etmiştim yılanlar ona bir şey yapmasınlar diye. Olan şeyi tam olarak kavrayamıyor, sadece yılanların onu ve beni öldüreceği yalanını söylediği için kızıyordum ona.  Gerçeği anlamam birkaç yılımı daha almıştı ve asıl çöküntüyü o zaman yaşamıştım. O çok sevdiğim, babam yerine koyduğum adam bana ne yapmıştı!
O günden sonra erkeklerden korkuyor, tiksiniyor, her gece yılanlı rüyalar görerek gözyaşları içinde uyanıyordum. Evlendiğimde ilk gecenin zorluğu, yaşadığım acı tarif edilemezdi. Yılanlar içinde boğuşuyordum adeta. O karşımda kıvranıyor, “az kaldı, devam et, ölecek” diyordu sanki. Seks daima yılan öldürme görevi olarak yaptığım bir şey olmuştu hayat boyunca ve sonrasında hep ağlamıştım.




 TİRYAK

Hemşireler ve doktorlar başıma toplanmış, deli gömleğini zorla giydirmeye çalışıyorlardı. O, kapının yanında duruyor, “deli bu, iyice kafayı yemiş! Burası yetmez, tımarhaneye yatırın!” diye bağırıyordu tırmaladığım yüzündeki kanları silerken.
Annem, kardeşlerim ve çocuklarım ağlıyordu. Kızım, “annemin canını yakmayın, bağlamayın” diye yalvarıyordu. Oracıkta her şeyi, yıllarca gördüğüm kâbusların sebebini, beni içten içe eritip yok eden olayı anlatmak istiyordum ama biliyordum ki o durumda kimse bana inanmayacaktı. Çünkü hastaneye yattığım için çoktan deli damgası yemiş, sözlerimin güvenilirliğini yitirmiştim. Hem çok utanıyordum yaşadığımdan. Çocuklarımın yanında, herkesin içinde nasıl söyleyebilirdim ki? Susamadım, ama konuşamadım da. Sadece “yılan, yılan!” diye tekrar ediyordum. Yapılan iğnenin etkisi ile bir gevşeme, uyku hali bastırmıştı. Son kez fısıltıyla “yılannn!” diyebilmiştim. Şişip kocaman olmuş, ağzımın içine sığmıyor, artık dönmüyordu dilim. Bütün bedenim hızla uyuşmaya başlamıştı. Gözlerimin kenarlarından kulaklarıma doğru bir şeyler sızıyordu. Gözyaşlarım dışında her şey donmuştu bedenimde
“Başka yolu yok,” demişti doktorum. “İlaçla tedaviye yanıt alamıyoruz. Yıllardır ayakta tedavi görüyorsun, aylardır da ilaçla hastanede tedavi görüyorsun ama sonuç alamıyoruz. Tek seçeneğimiz elektro şok.”  Önceleri kabul etmediğim tedaviyi çaresizce kabul etmek zorunda kalmıştım. Kötü anılar silinecekti, hatırlamayacaktım bir daha ve artık o kâbusları görmeyecektim. Yaşananları unutursam ölmeyi istemekten vazgeçip yaşama gönül verebilirdim. Belki mutlu bile olabilirdim. Böylece intihar girişimleriyle çocuklarımı üzmez, yoluyla yordamıyla yaşamaya alışabilirdim.
Ailemden de gerekli izin alındıktan, evraklar imzalandıktan sonra o gün gelmişti. Hazırlanmış, sedyede yatıyordum. Dışarıda ailem bekliyordu. Korkuyordum, sonucunda ne olacağını bilmiyordum ama iyileşeceğime dair ufacık da olsa bir umut vardı artık. Doktorum elimi tutarak, “güven bana, iyi olacaksın” dedi.” İyi olacağız” dedim dolan gözlerimle. “Biz İyi olacağız.”
Narkoz verilmeden önce, “Hadi bakalım, saymaya başla! Derin bir uykuya yatacaksın,” dedi doktorum.
 “Bir yılan… İki yılan… Üç yı-lan… Dört yıll-lannn… Beş yılll…”
Uyumadan önce öldürebildiğim kadar yılan öldürmeye başladım.




Mar: Yılan anlamına gelmektedir. Sinsi, hain insanlar için kullanılan bir sıfat olarak da tanımlanır aynı zamanda. İkinci anlamı ilkinden daha korkunçtur. Çünkü onlar her yerlerdedirler. Ustaca hayatın içine, aramıza karışırlar. Biz gerçek yüzlerini görünceye dek, zehirlerini ustaca kanımıza enjekte etmişlerdir. Kendilerini en iyi gizledikleri yer çocukların saf, masum dünyalarıdır. O dünyaya girdiklerinde, çocukların sevgiye ve ilgiye ne kadar aç olduklarını gördüklerinde, kendileri için sonsuz besin kaynağını bulmuş olurlar ve yıllarca bu kaynaktan acımasızca beslenebilirler.

Venom: Yılan zehri demektir. Zehre maruz kalan kişide ilk görülen belirti his kaybıdır. Zehir kısa sürede bütün organları etkisi altına alarak kişiyi felç eder. Zehirlenen hayatta ilerleyemez bu sebeple. Bedensel olarak büyüse de ruhsal olarak zehirlendiği yaşta kalır. Hayat boyu o ilk ısırığın acısını duyumsar, yılanın bu denli kendisine yanaşmasına izin verdiği için yaşamı süresince kendinden, saflığından nefret ederek, hayatı kendisiyle bir savaş alanına çevirir. Genelde bütün zehirlenmeler ölümle sonuçlanır. Tıbben bu ölüm tespit edilemese de, ruhen kişi ilk ısırıldığı anda ölmüştür. Canlı insanlarla karşılaştırıldığında bu ölüm ilk bakışta kendini belli etmeyebilir. Ancak kişiyle yakın temasta olanlar özel bir duyarlılık gösterdiği takdirde kısa sürede bunu fark edebilirler. Zehirlenme sonucu ölen kişileri yaşayanlardan ayıran en belirgin özellikler günden güne azalan yaşama isteği, hayattan ve insanlardan nefret etme, dalgın, düşünceli, içine kapanık halleri, melankolik yapıları gereği gösterdikleri yoğun karamsarlık ve göz kenarlarında her an düşmeye hazır iki damla yaştır.


Tiryak: Panzehir anlamına gelmektedir. Konusu geçen zehirlenmenin panzehiri ise sabır, sevgi ve ilgidir. Zehirlenme ne kadar çabuk fark edilip o kadar erken müdahale yapılırsa iyileşme o derecede yüksek olur. Hayatla bağı kopan kişiyi yeniden hayata bağlamak için sevdiklerinin bağ görevi görmesi gerekebilir genellikle. Bu meşakkatli bir iştir, yıllarca emek verilmesi gerekebilir ve her zaman başarı elde edilemeyebilir. Geç fark edilen zehirlenmelerde kişinin ruhu derin yaralar aldığı için, diğer insanlardan farklı tutumlar sergileyebilir, yaşadığı içsel acıyı dışavurumunda çeşitlilik gösterebilir. Bu durumlarda psikolojik destek almak, ilaç doktor, hastane üçgeni içinde yaraların iyileşmesi için tedaviye başlanması gerekebilir. Toplum tarafından anlaşılamayan ve hatta çoğu zaman dışlanıp, deli damgası vurulan bu insanların yeniden hayata dâhil olması için diğer insanların özverili olmaları, onları anlamak mümkün değilse bile, anlamaya çalışmaları gerekmektedir. Unutmayalım ki yaşımız kaç olursa olsun, savunmasız, korunmasız olduğumuz bir anda çatal bir dille karşılaşabilir, o insanların yaşadıklarına, belki de daha kötülerine maruz kalabiliriz. Çünkü dünya bir yılan inidir ve belki de en yakınımız ya da en yakınlarımızda olan biri sinsice beklemektedir bizi sokmak için.


                                                                                                                                                             Fatoş Kara